Cenevre Görüşmeleri
Ateşkes kararından sonra üç garantör ülke görüşmelerde bulunmak üzere Cenevre’de bir araya geldi. 25–30 Temmuz tarihleri arasında yapılan Birinci Cenevre görüşmeleri, BM’nin 20 Temmuz 1974 tarihinde yayınladığı 353 numaralı karar çerçevesinde gerçekleştirildi. BM bu kararında bütün devletleri Kıbrıs’ın egemenliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı duymaya davet ederek, derhal ateşkes yapılmasını, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı yabancı askeri müdahalenin derhal sona erdirilmesini, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde uluslararası anlaşmalara aykırı olarak bulunan yabancı askeri personelin derhal adadan çıkmasını ve üç garantör ülkeyi bir araya gelerek bir an önce bölgede barışı ve Kıbrıs’ta anayasal hükümeti tesis etmeye davet ediyordu.
Birinci Cenevre konferansı dışişleri bakanlarının yayınladığı ortak deklarasyonla sonuçlandı. Buna göre, Kıbrıs Rum ve Yunan güçlerinin kuşatması altında bulunan Kıbrıs Türk “enklavları” boşaltılacak, esir düşen asker ve siviller karşılıklı olarak iade edilecek, BM’nin 353 numaralı kararı çerçevesinde bölgede barışın, Kıbrıs’ta da anayasal hükümetin kurulması için görüşmeler yapılacaktı. Ortak açıklamada, ayrıca, 8 Ağustos tarihinde Garantör ülkelerin yanı sıra iki toplumun temsilcilerinin de katılacağı görüşmelerin başlayacağına yer veriliyordu. Bu görüşmelerde ele alınacak başlıca konular “anayasal düzene geri dönülmesi” ve “Cumhurbaşkan Yardımcısı’nın 1960 anayasası çerçevesinde göreve geri dönmesi” olarak belirlenmişti. Ortak açıklamada bir yandan “1960 anayasasından” ve “anayasal düzene geri dönülmesinden” söz edilirken, diğer yandan da Türk tarafının ısrarıyla açıklamaya giren bir cümle, Türkiye’nin adada kurmak istediği “yeni nizamın” habercisiydi. Türk tarafı “Kıbrıs Cumhuriyeti’nde fiilen Türk ve Rum olmak üzere iki muhtar idare vardır” ifadesinin ortak açıklamaya girmesinde ısrar etmiş ve bunda da başarılı olmuştu.
İkinci Cenevre Görüşmeleri
Kıbrıs Rum tarafı Cenevre görüşmelerinde Zürih-Londra anlaşmalarına geri dönülebileceğini, hatta Kıbrıslı Türkler lehine bazı önemli değişikliklerin yapılabileceğini ifade ederken, Türk tarafı artık bu anlaşmalarının “işe yaramadığını” ve köklü değişiklikler yapılarak coğrafi temele dayalı federal bir devlet düzeninin kurulması gerektiğini savunuyordu. Rauf Denktaş “Kıbrıs anayasasına geri dönülemeyeceğini”, “bunun için çok geç olduğunu”, bu anayasanın “Kıbrıslı Türkleri koruyamadığını”, bu yüzden Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yeni bir yapıya kavuşturmak gerektiğini ileri sürerek, toplumların kendi kendilerini yönetecekleri ayrı bölgelerde toplanmalarını savunuyordu. Açıkçası, Türk heyeti “ya coğrafi federasyonu dayatırız ya da savaşırız” havasındaydı.
Türk tarafı ABD’nin teşviki ile coğrafi esasa dayalı federasyon temelinde iki ayrı öneri sundu. Rauf Denktaş’ın Glafkos Kliridis’e verdiği ve Kıbrıs Türk idaresinde kalacak olan toprak oranının %34 olarak belirlendiği “iki bölgeli, iki-milletli” federal bir devlet şeklini öngören önerinin yanı sıra, Türk heyetinin Yunan heyetine sunduğu ve adını dışişleri bakanı Turan Güneş’ten aldığı ama aslında Kissinger’in Türk tarafına dayattığı “çok-kantonlu-federasyon” tezini içeren “Güneş Planı”... Bu planda öngörülen biri büyük beşi küçük olmak üzere, Kıbrıslı Türklerin idaresine girecek altı kantonun toplam toprak oranı da %34 olarak belirlenmişti.
İkinci Cenevre görüşmelerinde Türkiye dışişleri bakanı Turan Güneş 13 Ağustos 1974 tarihinde gece saat 10.20 ve 24.00 arasında uzun bir değerlendirme yaptı. Güneş şöyle diyordu: “Kıbrıs’ın yaşadığı tecrübelerden sonra yeni bir anayasal düzen kaçınılmazdır. Bu yeni anayasal düzende bağımsız Türk ve Rum idarelerinin kurulacağı ayrı coğrafi bölgeler olmalıdır”. Çözümün adının ne olacağının önemli olmadığını ileri süren Güneş, “konuyu kolaylaştırmak için” önerdiği düzene “federasyon” denilebileceğini söylüyordu. Turan Güneş “neden federasyon” sorusuna ise şu yanıtı veriyordu: “O tarihe kadar biriken bütün deneyimler, iyi niyetle denenen bütün modellerin başarısız olduğunu göstermiştir....” Güneş, devamla, federal düzenden söz ederken çeşitli sorunlarla karşı karşıya gelineceğini, her şeyden önce bölgelerin nerede ve hangi büyüklükte olacağı, bölge hükümetlerinin yetkileri gibi sorunları konuşmak gerekeceğini, bunu da uzmanların yapabileceğini ileri sürüyordu. Fakat “Temel İlkelerin” derhal şimdi kabul edilmesini istiyordu. Turan Güneş, “bir Kıbrıs ulusunun olmadığını, adada iki halkın bulunduğunu ve olayların coğrafi ayrılığı kaçınılmaz kıldığını” iddia ediyordu. Güneş, “coğrafi bölünmenin Enosis ile Taksimi imkansız kılacağını”, çünkü bir “korku ve özdenetim dengesi” kurulacağını” da ileri sürüyordu.
Kliridis ise konferansa ara verip Kıbrıs’a giderek istişarede bulunmak zorunda olduğunu söylüyordu. Fakat Türk tarafı Kliridis’in teklifini kabul etmiyordu. 14 Ağustos 1974 tarihinde saat 12.10’da yeniden başlayan görüşmeler Denktaş’ın önerdiği iki bölgeli federasyon önerisi üzerinde yoğunlaştı. Kliridis Denktaş’ın önerisine itiraz ediyordu. Binlerce Kıbrıslı Rum’un evinden kovulacağını, ayrıca, Türk bölgesinde kalacak olanların siyasi haklarını yitireceğini belirten Kliridis, böyle bir çözümü kabul edemeyeceğini söylüyordu. “Neden fonksiyonel federasyon görüşmeyelim” diyerek idari federasyona açık kapı bırakan Kliridis, 36 saatlik erteleme talebini yineliyordu. Turan Güneş, Kliridis’in öneri ve taleplerini geri çeviriyor ve Yunanistan ile Kıbrıslı Rumları iyi niyetli olmamakla suçluyordu. Bunun üzerine, İngiliz Dışişleri Bakanı Callaghan Turan Güneşe sert bir dille “askeri güçle çözüm bulamayacağını, çözümün masada bulunacağını ve müzakere etmekten kaçınmakla kan akıtılmasına neden olacağını” söylüyordu. Konferansın başarısız olması durumunda ne olacağını soran Callaghan, pek çok sorunun çözümsüz kalacağını ve Türk tarafının şiddete başvuracağının kesin olduğunu vurguluyordu. Callaghan Kliridis’in tavrının olumlu olduğunu belirterek, önerisinin kayıtlara geçmesini istiyordu. Kliridis’in önerisi fonksiyonel federasyon anlayışına dayanıyordu. Kıbrıslı Rum görüşmeci “iki topluma önemli oranda özerklik tanınacağını” dile getiriyor ve Kıbrıs devletinin “iki-toplumlu bir devlet” olduğunu vurguluyordu. Fakat Turan Güneş tavrında ısrar ediyordu. Kıbrıs Rum tarafının Türkiye’nin şartlarını “derhal” kabul etmesini istiyordu. Aksi halde “diplomatik yolların tıkandığı” varsayılacaktı... Bunun üzerine Kliridis, “köşeye sıkıştırılmayı reddediyorum, baskılara boyun eğmeyeceğim” dedi. Turan Güneş’in baskı uygulamaya devam ettiğini görünce de, “silah şakağımda müzakere etmeyi reddediyorum, varsın orduları ilerlesin, savaşacağız” diyordu.
Bu arada, Kissinger’den bir mesaj gelmişti. James Callaghan mesajı Kliridis’e iletti. ABD, Türk birliklerinin ilerlemesini durdurmak için Kıbrıs Rum tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarının yaklaşık %30’unun Kıbrıs Türk bölgesi olmasını kabul etmesini istiyordu. Galfkos Kliridis tam bir çaresizlik içindeydi. O günleri yıllar sonra şu sözcüklerle anlatacaktı: “Son yüzyılda Kıbrıs tarihinde hiç bir lider bilmiyorum ki, zamanın tükendiğini ve alacağı karar ne olursa olsun, Kıbrıs’ın önemli bir kısmının Türk kuvvetlerinin eline geçeceğini biliyor olsun… İşte 13 Ağustos 1974 tarihinde kendimi böylesi bir acizlik ve iktidarsızlık içinde buldum.”
Artık Cenevre konferansının son dakikalarına gelinmişti. Türk tarafı Callaghan’ın bütün ısrarlarına rağmen Glafkos Kliridis’e 36 saatlik bir süre tanımak istemiyordu. Callaghan, konferansı 36 saat erteleyecek bir öneri yaptığında saatler sabah 2.45’i gösteriyordu. İngiliz dışişleri bakanı masadakilere son bir defa soruyordu: “Meslektaşlarım Perşembe sabahı konferansa dönüyorlar mı?” Kliridis, “ben Perşembe sabahı konferansa dönemeye hazırım”. Mavros, “dönmeye hazırım.” Callaghan, ben de dönmeye hazırım.” Denktaş, “eğer Türkiye gelirse ben de gelirim. Turan Güneş, sessiz kalıyor, tek bir kelime söylemiyordu. Bunun üzerine söz alan Callaghan: “Durum budur” dedi, “üç kişi dönmeye hazırdır. Dördüncü, Türkiye gelirse gelecek. Türk tarafı ise gelecek gibi görünmüyor…”
Gerçekten de Türk tarafı küçük bir erteleme sonrasında konferansa dönmeyi düşünmüyordu. Turan Güneş konferansı zaten çoktan “bitmiş” ilan etmiş, Ankara’dan gelecek “Ayşe tatile çıkabilir” mesajını bekliyordu. Bunun anlamı “askeri harekâta devam” demekti. Nitekim o günün sabahında, ateşkes boyunca adaya yığınak yapan Türk Silahlı Kuvvetleri, adanın doğusu ile batısına doğru harekete geçerek iki gün içinde adayı kuzey ve güney olarak ikiye bölen “Atilla Hattını” çizecekti...
Sonuç: Garanti Antlaşmasını Bütün İmzacılar Çiğnedi
Bitirirken bir noktanın altını çizmekte yarar var. Garanti Antlaşması, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal düzenini, anayasanın temel maddelerini ve bağımsız İngiliz üslerinin varlığını teminat altına alan bir antlaşmadır. Antlaşma Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında imzalandı ve dört aktör de anayasal düzeni ve ülkenin toprak bütünlüğünü koruma yükümlülüğü altına girdi. Antlaşmanın 4. Maddesi, ihlal durumunda garantör ülkelere tek taraflı olarak veya birlikte harekete geçme hakkı tanıyor ama bu hakkı sadece bozulan düzeni yeniden kurmak amacıyla sınırlıyor. Yakın Kıbrıs tarihinde yaşanan olaylara baktığımız zaman, dört imzacının da antlaşmayı farklı zamanlarda ihlal ettiğini görürüz. Önce Makarios 1963-64 yıllarında anlaşmayı ihlal etti ve bu ihlali 1960’lı yıllar boyunca devam ettirdi. Sonra Yunanistan ve Türkiye... İngiltere ise anlaşmadan kaynaklanan yükümlülüklerini hiçbir zaman yerine getirmedi...
-SON-