1. YAZARLAR

  2. Niyazi Kızılyürek

  3. Cumhuriyet Çocuklarıyız Biz!
Niyazi Kızılyürek

Niyazi Kızılyürek

Cumhuriyet Çocuklarıyız Biz!

A+A-

 

Cumhuriyet çocuklarıyız biz. Dünyaya cumhuriyetle birlikte geldik. Bu yüzden şanslı bir kuşak olarak görülüyorduk. Biz doğduğumuzda kibirli sömürgeciler çekip gitmişti. 1958 yılının korku ve şiddet ortamı sona ermişe benziyordu. Kimimiz 1959 yılının başlarında Zürih ve Londra antlaşmaları imzalandığında, kimimiz ortalarında geçici hükümet kurulduğunda, kimimiz de 1959’un sonunda Makarios ve Dr. Küçük cumhurbaşkanlığı makamlarına seçildiklerinde doğduk.

Geçtiğimiz günlerde birkaçımız bir araya geldik ve bir zaman yolculuğuna çıktık.
Lefkoşa’dan iki arabayla adanın güney doğusuna doğru ilerlemeye başladık. Ercan havaalanını geride bırakıp askeri bölgede ilerlerken, bir çanak gibi ikiye parçalanan ülkemizin bütün halleri  gözümüzün önündeydi. Doğanın renkleri askeri renklere karışmış, kül rengi ile yeşil iç içe... Nostalji mekanımıza doğru ilerlerken yol üstünde toprağa karışan kerpiç evleriyle artık bir “ev mezarlığını” andıran köyün adını hatırlamaya çalıştık. Bir zamanlar kahvelerinden soğuk “Kean” ve dedem için “Craven A” sigarası aldığım köy şimdi yerle bir olmuş...  Harabeye dönen evlerin arasında yol alırken sohbet ister istemez geçmişe yenik düşüyordu: “Ne zaman göçmen olmuştuk?” “Tam olarak hangi tarihte?” “Şubat 1964 değil miydi?” Evet, Şubat 1964 idi... O tarihte cumhuriyet çocukları savaş çocukları olup göç yollarına düşmüştük. Arkadaş grubumuzun yollarını buluşturan da bu savaş olmuştu. Civar köylerden Luricina’ya akın eden bizler, oranın “cumhuriyet çocukları” ile buluşup okula birlikte gitmiş, hayat merdivenlerini birlikte tırmanmıştık.

Sönmüş bir volkanı andıran Gastros tepesinin önüne geldiğimizde hep bir ağızdan aynı cümleyi haykırıyorduk: “savaş bittiği zaman Türk askerleri buraya kadar ilerlemişti, sonra bir operasyonla köylüler koridor açarak Türk askeri ile birleştiler.” 
Evet, bu koridordan adanın kuzeyine, oradan da dünyanın dört bir tarafına dağıldık. “Sahi, sınıfımızdan kaç kişi Kıbrıs’ta kaldı?” Saymakta zorlandık. Bir kısmı Avustralya’da, bir kısmı Londra’da...

Köyün girişinde “Ambarena” ovasında durduk. Üzüm ve incir topladık. Luricina üzümü... Köyün Paşası Rumca yasağı uygulayınca, “Akincilari üzimidir bu” diye duyuruluyordu... Aklımıza bu ovada köy papazının öldürüldüğü geldi. 1924 yılıydı. Köylüleri vaftiz eder korkusuyla papazın öldürülmesini akıl etmişlerdi. Öldüren değil ama öldürdükleri söylenen iki kişi idam sehpasına çıktığında Rumca olarak Meryem Ana’dan yardım istemişlerdi: “Panayia mu, Voithia...”

Sonra mezarlığa uğradık. Yan yana yatan ölüler arasında fasaria yıllarında yanlışlıkla Türk kurşunuyla vurulanlar da vardı...

Oradan göçmen evlerine geçtik. Yerliler yıllarca göçmenleri kendi evlerinde ağırladıktan sonra sonunda göçmenler için özel konutlar yapılmıştı. “Getto içinde gettoyu” andıran bu evlerde yaşayan biz göçmen çocukları, yağmur-çamur demeden köyün öbür ucunda bulunan okullara büyük bir sevinç içinde giderdik. Sokaklarda pirilli, lingri oynardık... “Sahi, Katriye abanın başına lingiri atmayı nasıl becermiştim?” Arkadaşım hatırlatıyor, “bak, işte buradan atmıştın, dama çıkan lingri düşerken o anda avluda bulunan Katriye abanın başına düşmüştü...” Gettonun her köşesinden anılar fırlıyordu... Televizyonla orada tanışmıştık. Hali biraz iyi olanların evine yeni yeni giren “sihirli kutuyu” izlemek için akşamları “televizyonlu evlerin” kapısını çalardık. Arkandi’nin bahçesinden de meyve... 
Göçmen evlerinden sonra son durağımız olan okulumuza gittik. Bir mahrumiyet bölgesini andıran köyde belediye başkanı ve kalan az sayıda insan köye hayat üflemeye çalışıyor. Yine de bir zamanların cıvıl cıvıl mekanından eser yok... Avluda kurulan sofraya oturduk. Yukarıda güzel bir ay, pırıl pırıl esen rüzgar, etrafta tanıdık çehreler...  Her yüz başka bir anıyı çağırıyor... Sohbet giderek koyulaşıyor... Oynadığımız oyunlar aklımıza geliyor... Okuduğumuz şarkılar, şiirler... Hepimiz “Kin” şiirini ezbere biliyoruz: “Bin gavur kellesi kessem de...” Sohbet dönüp dolaşıp aynı yere geliyor. “Sahi, Rumlar köyden iki kişiyi tutukladıklarında köylüler yolu kesip esir aldıkları Rumların hepsini serbest bırakmışlar mıydı?” “Yok, iki kişiyi öldürmüşlerdi.” “Peki, onları nereye gömdüler acaba?” “Kayıp Kişiler Komitesine bildirmek lazım...” Yan masalardan gelenler bilgilerimizi besliyor... “Derviş’i vuranlardan biri damdan düştü, acaba intihar mı?”
Hikayelerimizin hepsi savaş, hepsi şiddet hikayesi... En iyisi mikrofonu alıp bir Cem Karaca şarkısı söylemek... Yine olmuyor... Savaş anıları hafızamızı rahat bırakmıyor. Cem Karaca’nın “Doğu Batı Gavur Müslüm Bir Bana” şarkısını dinlerken Paşa nasıl bir hışımla içeri girmişti, G-Box’un fişini öfkeyle çekip bizi  sille tokat nasıl dışarıya çıkarmıştı, hatırlar mısınız...?”       

Evet, Cumhuriyet çocuğuyuz biz... Barışsız cumhuriyetin çocukları...

Bu yazı toplam 4145 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar