Egemenlik Kavgası Üstüne
İtalya’nın Dolomit bölgesinde küçük bir köy var. Köyün adı Colfosco. Orada bir kaç yıl öncesine kadar yaşlı bir nine yaşıyordu. Adı Mena. Mena, savaşta yaralanan kocası Tita ile birlikte yaşıyor, ona bakıcılık yapıyordu.
Ziyaretine giden bir profesör Mena’ya Tita’nın kimlerin safında savaştığını sorar. Mena, profesörün yüzüne uzunca bir süre baktıktan sonra yavaşça mırıldanır: “Avusturyalılarla mı yoksa İtalyanlarla mıydı acaba?” Mena kocasının kimlerin safında savaştığını unutmuştu.
İtalyan çiftin yaşadığı Colfosco köyünden bakınca, Col di Lana dağı görülüyor. Bu dağda şimdi Avusturyalı, İtalyan ve Alman turistler düzenli olarak dağ sporu yapıyor. Dağın çeşitli yerlerinde varlıklarını hala koruyan beton mevzilerin arasından süzülerek beyaz halı üzerinde kızak kayıyorlar. Oysa 1915-1918 yılları arasında bu dağa egemen olmak için Avusturyalılar ile İtalyanlar birbirleriyle kıyasıya savaşmışlardı.
Tita da bu savaşta yaralanmıştı. Şimdi, orada hep birlikte dağ sporu yapıyorlar. Bu hikâyeyi bir Alman profesörün kaleminden okuyunca, Kıbrıs’ta yaşadıklarımızı düşündüm. Kıbrıs Sorununun en eski ve en önemli nedenlerinden biri kuşkusuz egemenlik sorunudur. Kim egemen? Kim neyi, ne kadar ve nasıl denetleme hakkına sahiptir? 1950’li yıllarda baş gösteren etnik şiddet, 1963-64 çatışmaları, 1974’ten günümüze kadar devam eden çözümsüzlük ve bugün adanın bir tarafından diğer tarafına gitmek için kuyruğa dizilmemiz egemenlik kavgasının ürünüdür.
On yıl öncesine kadar tel örgüleri aşmanın imkânsız olması da bu kavgadan kaynaklanıyordu. Kuzey Kıbrıs makamları “egemenliklerini” icra ederek hiç kimseyi kuzeye sokmuyorlardı. Hiç unutmam, Türkiye’de basılan bir kitabım Kuzey Kıbrıs’a gönderilmişti. Akrabalarım kitapları bana vermek için Ledra Palace barikatına gelmişlerdi. Ne var ki, ne onlar ne de ben kontrol noktasını geçemiyorduk. Aramızda duran barikatın “üstünden” konuşmaya başladık. Bir ara, kitapları almak için elimi akrabalarıma doğru uzatınca, orada görevli polis memuru hemen müdahale ederek, bu yaptığımın bir “egemenlik” ve “sınır ihlali” olduğunu hatırlatmıştı. Bir an için kitaplar barikatın üstünde sallanıp durdu. Sonunda kitapları alamadan oradan uzaklaşmak zorunda kalmıştım.
Kıbrıs’ta egemenlik ve self determinasyon kavgası İkinci Dünya Savaşından sonra başlar. Çoğunluk olan Kıbrıslı Rumlar self determinasyon hakkını ileri sürerek adanın Yunanistan ile birleşmesini talep ediyordu. Azınlık sayılmayı reddeden Kıbrıslı Türkler ise buna karşı çıkıyordu. Hiçbir siyasi ve hukuksal dayanağı olmadığı halde tepkisel bir tavırla adanın Türkiye’ye iade edilmesini savunuyorlardı. Sonunda, sömürge yönetimi adada iki ayrı self determinasyon hakkı olduğunu ortaya attı ve Kıbrıs Türk tarafı bu tarihten sonra Taksim tezini savunmaya başladı.
1950’li yılların sonunda yaşanan etnik çatışmalardan sonra tarafların ayrı ayrı egemen olmadığı ve ayrı self determinasyon hakkı kullanmadığı bir formülle Kıbrıs Cumhuriyeti devleti kuruldu. Devletin egemenliği sınırlandırıldı ve sınırlandırılmış egemenliği iki toplumun birlikte icra ettiği bir yapı ortaya çıktı. Ne var ki, Kıbrıs Rum toplumu bundan çok rahatsız oldu ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni çoğunluk topluma yapılan büyük bir haksızlık olarak algıladı. 1963 yılının sonunda başlayan çatışmaların temel nedeni buydu. Kıbrıs Rum toplumu tek başına egemen olmak istiyordu ve şiddete başvurarak Kıbrıslı Türkleri azınlık konumuna razı olmaya zorluyordu. Bu kavga kesin bir sonuca bağlanmadan 1974 yaşandı. Türkiye’nin adaya müdahalesinden sonra güçler dengesi değişti ve bu sefer Türk tarafı iki ayrı egemenlikten söz etmeye başladı.
Kırk yıl da böyle geçti. Fakat pek bir şey değişmedi. Ne Kıbrıslı Rumlar 1963-74 arasında tek başına egemen olma talebini gerçekleştirebildi ne de 1974 sonrasında Kıbrıslı Türklerin ayrı egemenlik talebi kabul edildi.
Tarih, siyaset ve hukuk inadında ısrar ederek tarafları tek bir egemenliği birlikte icra etmeye davet ediyor. Ne var ki, bu tarihi gerçekliği bir mutabakat metnine dökmek bir türlü mümkün olmuyor. Olmuyor, çünkü siyasi elitlerden beklenen erdem, gerçekçilik, haddini bilmek, cesaret, vizyon sahibi olmak gibi özellikler bu ülkenin siyasi kültür haritasında yok!
Bugün yaşanılanlar biraz da bundan kaynaklanıyor. Aylardan beridir egemenliğin nasıl tanımlanacağına dair toplantılar yapılıyor. Bütün bunlar bir gün değişecek elbette. Gelecek kuşaklar Mena nene gibi, egemenlik savaşlarını hatırlamayacaklar bile… Adanın her yanında güle eğlene gezecek, deniz sporları yapacak, dağlara tırmanacaklar. O gün geldiğinde günümüz Kıbrıs’ı için kullanacakları sözcükleri şimdiden kestirmek zor değil: “Bir zamanlar Kıbrıs’ın durumu ne kadar anakronist, ne kadar absürtmüş” diyeceklerinden emin olabiliriz.