Gelecek Hiç Gelmedi...
Şubat başlarıydı, tıpkı bugün gibi. Tek fark, 51 yıl önce olmasıydı. Etnik çatışmalar adanın bütününe yayılınca, başkaları gibi biz de göç etmek zorunda kalmıştık. Köyde çatışma olduğundan değil ama komşu köy Aysozomonos’ta yaşanan “talihsiz olaylar” Bodamyalı köylüleri de tedirgin etmişti. Aysozomonos Kıbrıs’ın genelinde baş gösteren etnik şiddetin adeta mikro-kozmosu gibiydi. 21 Aralık 1963 tarihinden önce bir Kıbrıslı Türk çoban sürüsünün başındayken “kayboldu” ve bir daha geri gelmedi. 1963 yılının sonunda etnik çatışmaları başlayınca, kaybolan çobanın intikamını almaya karar veren bir kaç Kıbrıslı Türk genç, su motorunu çalıştırmak üzere köyün yakınlarına gelen Kıbrıslı Rum polislere ateş ettiler. İki kişiyi öldürdüler, üçünü kişi yaralı olarak olay yerinden uzaklaştı. Bunun üzerine, civar köylerden gelen ve “Türklerin devlete karşı isyan ettiğine” inandırılan yüzlerce Kıbrıslı Rum Aysozomonos köyüne baskın düzenlediler. Altı Kıbrıslı Türk’ü öldürdüler. Artık bölgeye korku hâkim olmuştu ve bu korku ortamında Bodamyalı Kıbrıslı Türkler çareyi köylerini terk etmede bulmuşlardı. Bunda elbette Kıbrıslı Türk milliyetçilerin de payı vardı. Adayı bölmek ve Kıbrıslı Türkleri ayrı bölgelerde toplamak için uğraşan Kıbrıs Türk liderliği çatışmaları Taksim için bir fırsat sayıyordu. Kıbrıs Rum yeraltı örgütlerinin “itmesine” TMT’nin “çekmesi” de eklenince, binlerce insan yerinden yurdundan olmuştu. Yıllar sonra, Kıbrıslı Rumlara ateş ederek bölgede çatışmaların başlamasına neden olan Kıbrıslı Türklerden biriyle sohbet etme imkanı bulduğumda derin bir pişmanlık içinde olduğunu görecektim. Fakat insanın ölüm gibi bazen tarih karşısında da çaresiz kaldığını da...
1964 yılının Şubat ayında binlerce Kıbrıslı Türk gibi, dünyaya “Barış ve Cumhuriyet” çocuğu olarak gelen ben de köyümü terk ederek ailemle birlikte gittiğim Luricina’da vurulan cumhuriyetin mülteci çocuğu olarak yaşamaya başlayacaktım. İlginçtir, bu göç esnasında insanlar koşar adım doğup büyüdükleri yerleri terk ederken hayvanlar garip bir direnç gösteriyordu. Meralarını terk etmemek için adeta can havliyle direniyorlardı. Köyün teşkilat komutanı daha sonra bana bu konuyu hikâye ederken hala şaşkınlık içindeydi: “insanları kolayca götürmüştük ama hayvanları götürmek çok zor olmuştu.”
Bodamya’dan Luricina köyüne çoluk-çocuk, kadınlar ve yaşlı erkekler birlikte yürüdük. Eli silah tutan genç adamlar hayvan sürülerini önlerine katarak ayrı bir mecradan köye ulaşacaklardı. Dört-beş kilometrelik bir yürüyüşten sonra Luricina’ya vardık. Bu, benim küçük ayaklarımla yaptığım en büyük yolculuk oldu. Kat edilen mesafe dört-beş kilometre olsa da, gerçekte bu çok daha uzun bir yolculuktu. Yola çıktığımız gün doğduğumuz yerlere bir daha dönmeyeceğimizi düşünen var mıydı bilmiyorum, ama oraya bir daha hiç dönmedik. “Cumhuriyet ve barış çocuğu” olarak dünyaya geldiğim Kıbrıs’ta bundan böyle parçalanmış mekânlar ve zamanların çocuğu olarak yaşayacaktım ve “Kıbrıs Sorunu” ile büyümek, büyümek, büyümek zorunda kalacaktım. “Yolculuk” hala bitmedi. Bu satırlar yazılırken “yolculuğum” yarım asrı geçti. Ve hala devam ediyor… Bu deneyim, dönüp gidecek yerleri olmayan insanların durmadan “yürümek” zorunda olduklarını bana genç yaşımda öğretmiş oldu. Bir de, eğer aramaya değer bir şey varsa, onu geçmişte değil gelecekte aramayı… Belki bu yüzden hiç bir zaman nostaljiye kapılmadım. Hep geleceğe baktım. Fakat gelecek de hiç gelmedi…
Tepelerle çevrili Luricina köyüne ulaştığımızda bizimle aynı kaderi paylaşan başka köylerden insanların da oraya yığıldığını gördüm. Komşu Dali, Aysozomonos, Petrofan ve Goşşi gibi köylerinden Kıbrıslı Türkler, tıpkı Bodamya köylüleri gibi Luricina’nın kapılarına dayanmışlardı. Herkes sığınacak bir yer arıyordu. Luricina halkı evlerinin kapılarını mültecilere açıyor, büyük bir gayret içinde köylerine gelen “davetsiz misafirleri” en iyi şekilde ağırlamak için çırpınıyordu. Gruplar halinde farklı evlere dağıtılmıştık. Köyümüzden ayrılırken yanımıza eşya filan alamadığımızdan her şeyin yokluğunu hissediyorduk. Bir iki hafta sonra annem İngiliz askerlerinin koruması altında Bodamya’ya gidip evimizden bazı eşyalar alarak geri geldi. Morali müthiş bozulmuştu. Meğer biz evimizden ayrılır ayrılmaz yağma başlamış, kim ne bulmuşsa kaldırmıştı. Yine de bir miktar ev eşyasıyla dönmüştü. Yıllar sonra annemin Kıbrıslı Rum komşusu ile konuştuğumda, “annen eşyalarını kamyona yükleyip ayrılmaya hazırlanırken üzüntümden kapıyı açıp dışarıya çıkamadım” demişti. Duyduğum bu samimi sözcükler bana iradesiz sevgi sözcüklerinin marazdan başka bir şey üretmediğini düşündürdü. Tıpkı iradesiz içtenliklerin insanları ileriye taşıyamadığı gibi... Evet, Şubat 1964’tü. Yarım asır önceydi...“Hey, orada biri var mı, müzakereler ne zaman başlayacak...???”