Kıbrıs Sorununun Unutulan Kurbanları (1)
Geçtiğimiz günlerde İstanbul Bilgi Üniversitesinde çok ilginç bir konferans düzenlendi. Türkiye’den kovulan Rumlar konusu masaya yatırıldı ve etraflıca tartışıldı. Bu konferansta yaptığım konuşmayı özetleyerek okurlarla paylaşmakta yarar görüyorum...
Kıbrıs Sorunu ile İstanbullu Rumların kaderi adeta iç içe geçmiştir. Kıbrıs Sorununun “milli bir mesele” olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin gündemine girdiği andan itibaren Türkiye’de yaşayan Rumlar Kıbrıs Sorunu bağlamında bazen koz, bazen rehine, bazen de hınç ve intikam nesnesi olarak görülmeye başladılar. Nitekim Türkiye’de yaşayan Rumların İkinci Dünya Savaşından sonra maruz kaldıkları ilk kolektif linç, Türkiye’nin Kıbrıs Sorununa taraf olduğu 1955 yılında yaşandı. 6/7 Eylül Olayları olarak anılan linç, korkutma ve kovma girişimleriyle Türkiye bir yandan Kıbrıs konusunda “kararlılığını” sergilerken, diğer yandan da Rumlara her an zulüm uygulayabileceğini göstererek, kendi yurttaşlarını bir tür “rehin” gibi gördüğünü ortaya koyuyordu. Kıbrıs’ta Türkiye’nin hoşlanmadığı siyasi gelişmelerin önünü kesmek veya Kıbrıslı Türklerin uğrayacağı kötü muamelelere karşılık vermek için elinin altında tuttuğu “rehin” bir insan-grubu... Nitekim Kıbrıs’ta 1963 yılının sonunda başlayıp 1964 yılının Ağustos ayına kadar devam eden ve Kıbrıslı Türklerin ağır kayıplar verdiği etnik çatışmaların bedelini Türkiyeli Rumlar ödedi. Binlerce Yunan vatandaşı Türkiyeli Rum Türkiye’den kovuldu. Türkiye vatandaşı olanlar da taciz edildi ve ülkeden ayrılmaya zorlandı.
Şimdi konuya daha yakından bakalım.
Kıbrıs Rum toplumu 20. yüzyılın başından beri uğruna seferber olduğu Enosis ülküsünü II. Dünya Savaşından sonra hayata geçirmek için büyük bir kalkışma başlattı. Yunan hükümetlerine yapılan kamuoyu baskıları sonuç verdi ve Yunan hükümeti istemeye istemeye meseleyi BM gündemine taşıdı.
Kıbrıs ilk defa 1954 yılında BM’de konuşuldu. Kıbrıs Rum toplumu ada halkının self-determinasyon hakkının tanınmasını talep ediyor ve bu yolla Enosise ulaşmayı hedefliyordu. Buna karşılık Büyük Britanya hükümeti adayı “son koloni” olarak elde tutmak istiyordu ve Kıbrıs’a ancak “özerklik” verebileceğini ileri sürüyordu. Bir yandan da Türk ve Kıbrıs Türk faktörünü Kıbrıslı Rumlara karşı kışkırtıyordu.
1955 yılının Nisan ayında EOKA silahlı eyleme başladığında İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ı Kıbrıs Sorununu görüşmek üzere Londra’ya çağırdı. İngiltere’nin bu girişimiyle Türkiye 1923’ten sonra ilk defa Kıbrıs Sorununa resmen taraf oldu. Londra Konferansında Türkiye’nin tavrı oldukça tehditkardı. Kıbrıslı Rumların self-determinasyon hakkının olmadığını ileri sürüyor ve Enosise dönük politikaları “Lozan Anlaşmasının delinmesi” olarak göreceğini açıklıyordu. Bu, Yunanistan’a gözdağı vermekten başka bir şey değildi. Türkiye, Kıbrıs’ta hukuk açısından elinin zayıf olduğunu biliyordu. Sadece siyasi argümanlar ileri sürüp dayatmalar yapabileceğinin farkındaydı. 6-7Eylül Olayları tam da böyle bir dayatmanın sonucuydu. Belirtmekte yarar var, 6-7 Eylülde Rum ve diğer azınlıklara karşı program düzenlendiğinde Kıbrıs’ta EOKA tek bir Kıbrıslı Türk bile öldürmemişti...
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (1960) kurulmasıyla birlikte Türk-Yunan ilişkilerinde kısmi bir yumuşama yaşandı. NATO ve ABD’nin girişimleriyle Anti-Komünizm ekseninde bir araya gelen iki ülke, Kıbrıs’ı Batı İttifakı içinde tutacak bir çözüme imza attılar ve Zürih anlaşması ile bağımsız bir Kıbrıs devletinin kurulmasının önünü açtılar. Zürih’te Şubat 1959’da bir araya gelen Karamanlis ve Menderes gizli bir Centilmenlik Anlaşmasıyla Kıbrıs’ta tarafları NATO üyesi olmaya ve komünizme karşı ortak mücadele etmeye teşvik etmeyi taahhüt ettiler.
Bülent Ecevit’in 16 Ağustos 1960 tarihinde Ulus gazetesinde yazdığı gibi, Üç NATO müttefiki, Birleşik Krallık, Türkiye ve Yunanistan kendi aralarındaki sorunları çözmek için “dördüncü bir devlet” kurmuşlardı. Gelgelelim müttefikler kendi aralarındaki sorunları belki çözmüştü ama Kıbrıslı elitler açısından sorun bitmemişti. Özellikle Kıbrıs Rum elitleri için Kıbrıs Sorunu yeni bir safhaya taşınmıştı.
Self-Determinsayon-Enosis hakkının ellerinden alındığını ve Kıbrıslı Türklere aşırı haklar verildiğini düşünen Kıbrıs Rum liderliği Kıbrıs devletini kuran anlaşmalardan kurtulmak ve çoğunluğun hakkı olduğunu düşündüğü self-determinasyon-Enosis politikasını hayata geçirmek için yeni bir strateji belirledi. Bunan göre, bir yandan gizli örgütler kurulup silahlandırılacak, diğer yandan da dünya kamuoyu anlaşmaların işler olmadığına ikna edilecekti.
Silahlanma arayışı içine giren Kıbrıs Rum tarafı işin başında Atina’da aradığını bulamadı. Dışişleri bakanı Averof Kıbrıs Rum içişleri bakanı Polikarpos Yorgacis’e “Türkleri öldüresiniz diye size silah veremem” diyordu. Yunanistan gibi Türkiye hükümeti de Kıbrıs’a gönderdiği büyükelçi Emin Dırvana aracılığıyla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşaması için mücadele ediyordu ve ayrılıkçı Kıbrıs Türk liderliğini kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Fakat Kıbrıslı elitlere söz geçirmek kolay değildi. Özellikle Başpiskopos Makarios ve çalışma arkadaşları Kıbrıs’ta oluşan statüyü yıkma konusunda kararlıydılar. Makarios yaptığı açıklamalarla Kıbrıs anlaşmalarını ortadan kaldırma niyetinde olduğunu açıkça ilan ediyordu.
Bunun üzerine hareket geçen Yunan Dışişleri Bakanı Averof’, 19 Nisan 1963 tarihinde Makarios’a bir mektup göndererek tarihi bir uyarıda bulundu.
Averof, hâlihazırda Türk-Yunan ilişkilerinin Kıbrıs yüzünden büyük yaralar alıp “zehirlendiğini” ifade ettikten sonra, Yunanistan’ın Makarios’un tek yanlı olarak Kıbrıs anlaşmalarını veya anayasayı değiştirmesine karşı olduğunu net biçimde ortaya koydu. Averof, eğer anayasanın bazı bölümleri gün gele değiştirilecekse bunun ancak iki tarafın hemfikir ve dost olmasıyla mümkün olacağını, bu yüzden de Türk-Yunan dostluğunun korunması gerektiğini vurguluyordu. Tek taraflı bir girişimin hem Kıbrıs’a hem de genel olarak Helenizm’e zarar vereceğini belirten Averof, özellikle bir noktanın altını çiziyordu: böyle bir girişim “İstanbul’da yaşayan Rumların varlığını tehlikeye atar” diyordu. Başpiskopos Makarios cevabi mektubunda sinik bir üslupla “İstanbul Rumları için endişe etmeye gerek olmadığını”, çünkü onların “yitik vaka” olduğunu ileri sürüyordu.
YARIN DEVAM EDECEK