Kıbrıslı Türklerin Yurdu Neresidir?
Milliyetçiliğin yurt anlayışı dışlayıcı, öğütücü, asimilasyoncu, hatta yok edicidir. Tarihin tanıklığı gösteriyor ki, ulus-devletin kurguladığı “milli kültür” dışında kalanlar en iyi ihtimalle asimilasyon, en kötü ihtimalle de soykırım mağduru olmuşlardır.
Ulus-devletlerin doğuşuyla yurt kavramı “homojen ulus” kavramı ile içiçe geçti ve milliyetçi söylem, yurt kavramını romantikleştirip biricikleştirdi.
Vatan uğruna ölmek ulus-devletlerde erdem sayılırken, vatanseverlik ile milliyetçilik birbirine karıştı.
Yine de, etnik milliyetçi anlayışla cumhuriyetçi ethosun yurt algıları arasında bazı önemli farklar vardı. Etnik milliyetçilikten farklı olarak, cumhuriyetçi yaklaşım, yurt kavramını eşitlik, hürriyet ve adalet kavramlarıyla tanımlıyor. Örneğin, Jan Jack Rousseau, adaletin olmadığı bir yer yurt olamaz diyordu.
Cumhuriyetçi olmayan geleneksel cemaatler kimliklerini mitolojik köken anlatılarıyla beyan ederken, cumhuriyetçi cemaatler milletin/halkın kimliğini bir özgürleşme ve gelecek anlatısıyla ele alırlar.
Cumhuriyetçi yurtseverlik, milli kimlik inşasını demokratik bir cemaat inşasının uğrağı sayarken, etno-milliyetçilik kimliği verili bir “özün” yansıması sayar.
Etno-milliyetçiliğin yurt ve yurtseverlik anlayışı ile cumhuriyetçi yurtseverliğin yurt ve yurtseverlik anlayışı arasındaki farkı Karl Deutsch şöyle özetler: “yurtseverlik aynı patria’da, yani ülkede doğan ya da yaşayan bütün insanların çıkarlarını gözetme çabası ve isteği iken, milliyetçilik ortak bir atadan gelen ve ortak bir terbiye almış, insanların çıkarlarını gözetir.”
Örneğin etnik milliyetçiliğin yaygın olduğu Balkanlarda birbirleriyle çatışan Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar ve Arnavutlar bir yandan atalarının yaşadığı topraklarda yaşamak istiyorlar, öte yandan da sadece kendileri gibi olanlarla yaşamayı arzu ediyorlar ve ülkeyi diğer etnik gruplarla paylaşmak istemiyorlar. Bu yaklaşım, çatışmayı kaçınılmaz kılıyor.
Etnik milliyetçiliğin beşiği Kıbrıs’ta durum daha da karmaşıktır.
Adada yükselen milliyetçilik akımlarının doğası gereği Kıbrıs “yurt” olarak tanımlanmadı. Türk milliyetçiliği adayı “Yavru Vatan” olarak kurgularken, Helen milliyetçiliği ona “Büyük Helen Adası” anlamına gelen “Megalonisos” adını verdi.
Uzun yıllar adanın Yunanistan ile birleşmesi ve/veya bir parçasının Türkiye’ye katılması savunula geldi. Kıbrıs’ın kendi insanı için ve kendi başına bir anlamı olmadı. Bütün özellikleri “Helenizm” ve “Türklük” açısından ele alındı, öyle kurgulandı ve işlevselleştirildi. Farklı etnik grupların özgürlük içinde birlikte yaşayacakları bir yurt olarak algılanmadı. Bütün etno-milliyetçi cemaatlerde olduğu gibi, kimlik ve buna bağlı olarak yurt, mitolojik köken anlatılarıyla açıklandı ve hayal ve gerçek iç içe geçti.
Yurdu hayal ve gerçek karışımı bir yere dönüştüren etnik milliyetçilik, birden fazla topluluğun yaşadığı coğrafyalarda mutlaka çatışmalara yol açıyor. Tıpkı Balkanlarda olduğu gibi…
Kıbrıs’ta iki milliyetçiliğin çatışmasıyla ülke sonunda ikiye bölündü ve çok büyük bir nüfus yaşadığı yerlerden kovuldu ve/veya ayrılarak yer değiştirdi. Bu durum iki toplumun da gerçek anlamda “yurt kaybına” uğramasına, yaşadıkları yerlerden olmalarına yol açtı.
Kıbrıs Rum toplumu, özellikle 1974 sonrasında, Helenizm’in “Büyük Adası” (Megalonisos) söyleminden bir anlamda uzaklaştı ve Kıbrıs Cumhuriyeti Devletine sığındı. Devletin bayrağı göndere çekilmeye, bağımsızlık günü kutlanmaya başlandı. Bir tür “neo-patriyotizm” geliştirildi. Bu devlet-merkezli neo-patriyotizm yeni bir siyasi kimlik yarattı. Kıbrıslı Rumlar devlet olarak Yunanistan ile aralarına mesafe koydu ama öte yandan da Helenizmin kültürel büyük anlatılarından etkilenmeye devam ediyorlar.
Bu durum Kıbrıslı Rumlarda “bilinç yarılmasına” yol açtı. Bir yandan devlet-milliyetçiliği üstünden Kıbrıs Cumhuriyeti devletine sarılırken, diğer yandan da etno-kültürel söylemlerle kendilerini “Helenizm Ailesinin” parçası sayıyorlar. Yurdu ise “bir gün dönülecek yer” olarak hayallerinde yaşatıyorlar…
Kıbrıslı Türklere gelince…
1974 bir “vatan kurgusu” olarak başladı. Kovulan Kıbrıslı Rumların yerlerine hummalı bir çalışmayla Türkçe isimler verildi. Bu toponomi politikası, yani yer adlarının değiştirilmesi, silah zoruyla açılan mekânı “vatanlaştırmak” ve Kıbrıslı Rumların izlerini silmek için yapıldı. Türk milliyetçiliğinin sembolleri dağa taşa yerleştirildi, her tarafa Türk bayrakları dikildi.
Açıkçası, bir “ülke” (territory) inşa ediliyordu ve territory kavramının etimolojik kökenini oluşturan Territorium kavramının ima ettiği gibi, “içine girilmesi izne tabi olan bölge” yaratılmaya çalışılıyordu. Coğrafya üzerinde yapılan bu mühendislikle ülkenin “sahibi” ile “yabancılar” birbirinden ayırılıyordu. Kıbrıslı Türkler mekânların “sahibi”, Kıbrıslı Rumlar ise “yabancı” kılınıyordu.
Fakat gerçekte Kıbrıslı Türkler mekan sahibi olamadılar. Türkiye’nin kuşatıcı varlığı karşısında şahsiyetsizliğe sürüklendiler. Zaman içinde öyle bir noktaya geldiler ki, ne tahayyülleri ülkenin bütününü kapsıyor, ne de sığındıkları adanın kuzeyinde egemenlik icra eden iradi bir cemaat görüntüsü çiziyorlar. Bir tür “sürgün” hali yaşıyorlar.
Bernhardt Schlink, Yurt Ütopyadır adlı çalışmasında sürgün kavramını yabancılaşma için bir metafor olarak kullanıyor.
Yabancılaşma, kendi irademiz olmadan her şeyin değiştiği, değiştirildiği ve kurallarını başkalarının belirlediği bir ortamda yaşamaktan kaynaklanıyor. Kısacası, bireylerin kendi yerlerine dair söz söyleme hakkının olmadığı, her şeyin başkaları tarafından değiştirildiği ortamlar yabancılaşmaya yol açıyor.
Kıbrıslı Türkler tam da böyle bir yabancılaşma ve “sürgün” hali yaşıyorlar. Yaşadıkları yerlerde kendi iradeleri olmadan her şey değişiyor, başkaları tarafından değiştiriliyor. Adeta gurbette yaşıyorlar. Bu yüzden de Schlink’in tanımladığı anlamda yabancılaşmadan kaynaklı “sürgün halinin” çarpıcı bir örneğini oluşturuyorlar.
Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşılacağı gibi, Kıbrıslı Türklerin yurdu Henüz Olmayandır. Yani, Ütopya küresinde yer almaktadır...
Günümüzde yurt hakkı, bütün haklardan önce gelir. Bunu Hannah Arendt’in tanımladığı gibi tanımlayacak olursak, bu hak insan hakkının ta kendisidir ve özgürlük, eşitlik ve diğer bütün haklardan önce gelir. Tanınmış bir siyasi cemaate ait olma hakkıdır bu.
Ve bu hak olmadan diğer hakların hiçbir değeri yoktur.
Yurt, insanların varlığının tanındığı ve siyasi bir cemaate ait olarak başkalarıyla özgürce birlikte yaşadıkları bir yer olarak anlaşılırsa, bir etnik gruptan daha geniş olduğu kabul görürse, o zaman milliyetçilik ideolojisinin mitsel ve dar yurt anlayışından arınabiliriz.
Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar birbirlerinin yurt hakkına saygı duyarak çoğulcu bir ortamda yaşayabilirler ve yabancılaşmadan kaynaklı “sürgün hali” ile “bilinç yarılmasından” kurtulabilirler.
O zamana kadar yurt, Henüz Olmayan olarak kalacaktır…