1. YAZARLAR

  2. Niyazi Kızılyürek

  3. KKTC, Hukuk İhlalleri ve Gerilim Politikaları
Niyazi Kızılyürek

Niyazi Kızılyürek

KKTC, Hukuk İhlalleri ve Gerilim Politikaları

A+A-

Varlığını fiili bir durum olarak sürdüren KKTC’nin 31. kuruluş yıldönümü Kıbrıs’ta tehlikeli gerilimlerin yaşandığı bir döneme denk geldi. Bugünlerde yaşadığımız endişe verici gerilim, hukuk ihlalleri üzerine kurulan KKTC’nin bir ihlalde daha bulunarak Türkiye ile Kıta Sahanlığı antlaşması imzalaması ve Türkiye’ye Kıbrıs denizlerinde araştırma yapma hakkı vermesinden kaynaklanıyor.

Kuşkusuz, bu antlaşmanın hukuk açısından geçerliliği yoktur. Çünkü bir antlaşmanın hukuk açısından geçerli olması için antlaşmanın akdi sırasında uluslararası hukuka göre devlet niteliğine haiz iki tarafın bulunması gerekiyor. Oysa silahlı bir dış müdahale sonucunda zapt edilen topraklarda gayrı meşru olarak kurulan KKTC bağımsız bir devletin gerekli vasıflarına sahip değildir.

Konuyu biraz daha yakından bakmak için öncelikle bir siyasi topluluğun devlet olarak tanınması için gerekli olan maddi unsurlara bakalım: Belirli bir ülke parçası, yerleşmiş bir insan topluluğu, ülkenin her yerinde ve bütün kişiler ve şeyler üzerinde etkin ve devamlı olarak kontrol icra eden bir hükümet ve egemenlik ile bağımsızlık.

Diğer devletlerle ilişki kurma ehliyeti olarak da anlaşılan egemenlik ve bağımsızlık kavramlarının iç ve dış olmak üzere iki ayrı boyutu vardır. İçe dönük olan şöyle tarif edilebilir: “ülkede bulunan bütün kişiler ve şeyler üzerinde bir başka devletin iradesine tabi olmaksızın devlet fonksiyonlarını yerine getirmek”. Dış boyut ise “bir başka devletin iradesine tabi olmaksızın dış ilişkileri yürütmek” olarak tanımlanabilir.

Çok açıktır ki KKTC yukarıda saydığımız özelliklere sahip değildir. Her şeyden önce, üzerinde kurulduğu toprak parçası bir dış müdahale sonucu ele geçirilmiştir. Ayrıca, içeride ve dışarıda başka bir devletin iradesine tabi olmadığı söyleyemez. Bu konu o kadar nettir ki, dünya tarafından “Türkiye’ye Tabi Alt Yönetim” olarak tanımlanıyor. 

Son günlerde yaşadığımız gerilimin nedeni olması bakımından TC-KKTC antlaşmasının Türkiye tarafından hazırlanıp New York’ta Kıbrıslı Türk liderin önüne konulduğunu hatırlatmakla yetinelim. Türkiye bugünlerde bu antlaşmayı ileri sürerek Kıbrıs denizlerinde gerilim politikası uyguluyor ve bu politikayı sürdürmek istiyor. Nitekim deniz yetki alanları başta olmak üzere, Ege ve Doğu Akdeniz’deki gelişmelerin de gözden geçirildiği 30 Ekim tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra yapılan açıklamada  şöyle deniyordu: “Türkiye’nin kendi kıta sahanlığı içinde ve garantör ülke olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ruhsatlandırdığı sahalardaki hak ve menfaatlerinin korunması için gereken her türlü tedbirin önümüzdeki dönemde de kararlılıkla alınacağı belirtilmiştir.”

Bu cümlede dikkat çekici olan, “garantör ülke olarak Türkiye’nin KKTC’nin ruhsatlandırdığı sahalardaki hak ve menfaatlerinden” söz edilmesidir. Oysa “Garantör ülke” kavramı ile “KKTC” kavramı hukuk açısından yan yana gelemez. Bunlar birbirlerini dışlayan kavramlardır. KKTC’nin bizatihi varlığı Garanti antlaşmasının ihlalinin en açık, en net kanıtıdır. Ayrıca, Türkiye KKTC’nin değil, Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin garantörlerinden biridir ve garantör ülke olarak, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü ve güvenliğini ve aynı zamanda Anayasanın Temel Maddeleriyle kurulmuş olan düzeni tanımak ve garanti etmek” yükümlülüğünü yüklenmiştir.

Garanti antlaşmasının dördüncü maddesinde Garanti yükümlülüğünün hangi usul ve yöntemlerle yerine getirilebileceği net biçimde açıklanmıştır: “Bu Antlaşmanın hükümlerinin ihlali durumunda, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere, bu hükümlere uyulmasını sağlamak için gerekli olan teşebbüs ve tedbirler konusunda birbirleriyle istişare etmek yükümünü yüklenirler. Ortaklaşa veya anlaşmayla harekete geçmek mümkün olmuyorsa, garanti eden üç devletten her biri, bu Antlaşma ile yaratılan düzeni yeniden kurmak münhasır amacıyla harekete geçmek hakkını saklı tutarlar.”

Çok açık. “Bu antlaşma ile yaratılan düzeni yeniden kurmak münhasır amacıyla”, yani, 1960’ta kurulan anayasal düzeni yeniden kurmak amacıyla ve sadece bu amaca dönük olarak Türkiye’nin “harekete geçme” hakkı vardır. Oysa Türkiye 1974’te coğrafi bölünmeye dayalı başka bir düzen kurmaya yöneldi ve garanti antlaşmasını açık biçimde ihlal etti. KKTC’nin kuruluşu ile bu ihlali tescilledi. Şimdilerde ise KKTC ile yaptığı bir antlaşmayı ileri sürerek Kıbrıs denizlerinde sismik araştırma yaparak ihlalleri sürdürüyor ve endişe verici gerilimlerin yaşanmasına neden oluyor.

Bu tür girişimler Türkiye’yi yalnızlaştırdığı gibi, sonuç alıcı olmaktan da uzaktır. Nitekim Avrupa Parlamentosunun son kararı, ABD Lefkoşa büyükelçisinin geçtiğimiz Cuma günü RİK televizyonuna söyledikleri ve Rus büyükelçisinin yine geçen Cuma günü yaptığı açıklamalar Türkiye’nin izlediği politikanın kabul görmediğini gösteriyor.

Kıbrıslı Türklerin meşru haklarının korunması isteniyorsa, bunun en iyi ve en meşru yolu Kıbrıs ülkesinde federal bir devlet kurmaktır. Hem KKTC’de ısrar ederek hem de Kıbrıs ülkesinin bütününde hak talebinde bulunmak ne hukuk, ne de etik açısından kabul görmüyor. Çözüm ve barışla elde edilebilecek haklar için meşru olmayan yollara başvurmak anlamsızdır. Üstelik bunu yaparken çözüm ve barış istediğini söylemek iyice absürd oluyor...

Bu yazı toplam 4359 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar