Küresel Kriz ve Sağ Popülizmin Yükselişi – IV: Türkiye’de Yeni İstibdat Dönemi (*)
Faşizmi sağ popülizmden ayırt etmemize yarayacak en önemli özellik içerdiği şiddetin tarzı, dozu ve yaygınlığıdır
Yonca Özdemir
(*) Bu yazıyı, başta Türkiye’deki akademisyen arkadaşlarımız olmak üzere, aşağıda anlattığım koşulların kurbanı olanlara ve bu koşullara karşı mücadele etmekte olanlara ithaf ediyorum.
“Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!”
II. Abdülhamid'in "istibdat" denilen otoriter ve baskıcı rejimine karşı Jön Türklerin başlattığı hareket bu slogan eşliğinde 1908’de II. Meşrutiyeti, yani anayasal monarşiyi ilan etmişti. Bu Türk tarihinde modern siyasete ve demokrasiye doğru atılan ilk adımlardan biridir. 109 yıl öncesinin bu sloganının bugün tekrar Türkiye sokaklarında, üniversitelerinde yankılanıyor olması oldukça manidar. Nitekim bugün Türkiye’deki siyasi manzara 100 küsur senedir kat edilmiş mesafenin çok da fazla olmadığına, ya da müthiş bir gerilemenin olduğuna işaret ediyor. Ve eğer Türkiye’nin bugünkü durumunu anlatacaksak, bunu sadece sağ popülizm diye tanımlamak yeterli olmayacaktır.
Neoliberal kapitalizm hem devlet-piyasalar arasında 70-80 sene önce kurulmuş olan dengeyi yıktı, hem de pek çok toplumu siyaseten gerilere taşıdı. Bu yazı dizisinde anlatmaya çalıştığım gibi, sağ popülizm dünyanın dört bir köşesinde yükselmekte ama Batılı gelişmiş ülkelerde ortaya çıkışıyla gelişmekte olan toplumlarda ortaya çıkışı arasında önemli farklılıklar var. Yeni popülizm dalgası Avrupa ülkelerinde veya Amerika’da sanayi sonrası toplumların neoliberal küreselleşme ile ortaya çıkan sancılarını yansıtıyorken, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerdeki popülizm yarı sanayileşmiş toplumların neoliberal politikalar aracılığıyla hızla küreselleşen dünyayla bütünleşirken yaşadığı sorunlara karşı oluşan siyasi bir tepki olarak algılanmalıdır. Ayrıca, daha önceki yazımda[1] bahsettiğim üzere, sağ popülizm faşizmin habercisi olabilir ve Türkiye gibi demokrasisini derinleştirmemiş, demokratik kurumları kökleşmemiş toplumlarda popülizmin faşizme dönüşme olasılığı daha yüksektir.
***
Türkiye vakasını incelemek için öncelikle Tayyip Erdoğan’ı çok tipik bir popülist lider kılan özellikler üzerinde durmak gerekir. Hatırlarsanız popülizmin beş özelliğinden bahsetmiştim.[2] Şimdi hepsine tek tek bir göz atalım:
- “Güçlü” bir lidere odaklı ve paternalist bir siyasi yönetim tarzı: AKP’nin lider odaklı bir parti olduğunu yadsımak mümkün değil. İddia o ki, "milletin iradesi" ancak ve ancak Erdoğan’ın şahsiyetinde meşru temsil buluyor. Erdoğan’ın sürekli çizmeye çalıştığı “güçlü lider” imajı aşikâr. Hatta Türkiye’nin bu güçlü lider olmazsa karşı karşıya bulunduğu sorunları aşamayacağı da sıkça kullanılan bir söylem. Tabi Erdoğan’ın yandaşları tarafından “reis” olarak anılmasını da unutmamak lazım.
- Toplumun alt sınıflarına yoğunlaşan heterojen, çok-sınıflı bir siyasi koalisyonun desteği:
Tipik bir popülist olan Erdoğan aslında belli bir sınıfa hitap etmiyor. Erdoğan’ın destekçileri MÜSİAD’lı iş adamlarından küçük esnafa, çiftçilere, ev kadınlarına ve kayıt dışı ekonomide çalışanlara, işsizlere dek uzanıyor.
- Kurumsallaşmış siyasal arabuluculuk biçimlerini atlayarak, lider ile kitleler arasında daha doğrudan bağlantılara tabi olan tepeden inme siyaset yapma süreci: Her ne kadar AKP’nin Erdoğan’ın siyasette yükselişine çok büyük katkısı olmuşsa da bugün AKP’nin Erdoğan’dan ibaret olduğunu iddia edebiliriz. Nitekim diğer AKP kurucularının neredeyse hepsi partiden tasfiye edildi ve artık cumhurbaşkanı olmasına rağmen milletvekillerini bile Erdoğan belirlemekte. “Halk adamı” Erdoğan halkla direk olarak temas etmeyi yeğlemekte, ne kendi partisini ne de başka kurumları aracı olarak kullanmakta. Bunun yanı sıra Erdoğan’ın başta CHP olmak üzere tüm muhalefet partilerine ve kendi kontrolü altında olmayan tüm sendika, dernek ve odalara karşı düşmanlığı ortada. Daha da endişe verici olan demokrasinin olmazsa olmaz kurumları olan yargı ve yasamanın zayıflatılması için gösterdiği yoğun çaba. Üstelik bu çabalar sonuç vermiş ve Erdoğan adeta ülkenin yönetiminde tek söz sahibi kişi konumuna gelmiş durumda.
- Alt sınıfları öven ve seçkin, egemen ve entelektüel gruplara karşı bir söylemle karakterize edilen muğlak veya derleme, ama mutlaka “kutuplaştırıcı” bir söylem: Erdoğan Batılılaşmış, laik seçkinlere ve Kürt, Alevi azınlıklara karşı “gerçek millet” diye tanımladığı genel olarak eğitimsiz, Sünni dindar, muhafazakâr ve lümpen halk kitlelerine seslenmekte ve onları yüceltmekte çok başarılı. “Kemalist vesayet” diye tanımladığı cumhuriyet rejimini “ayrıcalıklı seçkinlerin diktası” şeklinde lanse ederek bu kitlelerin Türkiye siyasetinde ilk kez kendisi aracılığıyla söz sahibi olduğu iddiasını çok inandırıcı bir şekilde işlemekte. Nitekim 2002’den beri Erdoğan cumhuriyet rejimini (kendi deyimiyle “CHP zihniyetini”) Türkiye’den silmek için ülkede cumhuriyet ve laiklik ile bağlantılı ne görüyorsa düşman belleyip saldırdı: Ordu, CHP, Kemalist yargıçlar, dindar olmayan sivil toplum örgütleri, üniversiteler, aydınlar, vs. CHP'li bürokrat elitizmi ta 1950’de sona ermiş olan Türkiye’de bu “Kemalist oligarşiye karşı gerçek millet” söylemi elbette fevkalade kutuplaştırıcı bir söylem oldu. Son yıllara kadar bir takım ikinci cumhuriyetçi entelektüeller tarafından da desteklenen bu söylem tuhaf bir şekilde Türkiye’nin bu en karanlık dönemine girmesine yardım etti. Başka bir kutuplaştırıcı popülist politika da tüm muhaliflerin “terörist” ilan edilmesi. Nitekim vatandaşlar ya taraf ya bertaraf olmaya mecbur bırakılmakta.
- Yaygın yeniden dağıtım ve/veya patron-yanaşma ilişkileri yöntemlerini kullanan bir ekonomik proje: Erdoğan tabi ki sadece popülist söylemleriyle oy toplamadı. Her popülist lider gibi “mega-projeler” aracılığıyla suni bir kalkınma imajı yarattı. En önemlisi de en acısından uyguladığı neoliberal ekonomik reçeteler ile Türkiye’ye ekonomik istikrar getirdiği yanılsaması. Hormonlu büyüyen ekonomiden ihalelerle nemalandırılan yandaş işadamları ve AKP döneminde oldukça artan sadaka mahiyetinde dağıtılan sosyal yardımlar da hem Erdoğan’ın popülaritesinin artmasına, hem de AKP tabanının genişlemesine yol açtı.
Erdoğan’ın özellikleri bunlarla sınırlı değil. Nitekim Türkiye demokrasisi son yıllarda öngörülemeyen bir gerileme içinde. Freedom House adlı düşünce kuruluşunun yeni yayınladığı Dünyada Özgürlük raporuna göre birçok ülkede önemli kazanımlar kaydeden popülist ve otokratik güçler sebebiyle dünyada özgürlükler art arda 11 yıl azalıyor.[3] Eğer en hızlı düşüş ödülü verilseydi, kuşkusuz bu ödül Türkiye’nin olurdu. Nitekim bu raporda Türkiye’nin demokrasi notu 100 üzerinden sadece 38. Zaten gerilemekte olan demokrasi 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ilan edilen olağanüstü hal kararı ile tamamen rafa kaldırılmış durumda. 2016’da rekor sayıda gazeteci hapse atıldı. Atılmayanlar da işlerinden atılma korkusuyla konuşamıyor. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında KHK’larla üniversitelerden uzaklaştırılan öğretim üyesi sayısı (yaklaşık 5 bin) tüm darbe dönemlerindeki tasfiye edilen hoca sayısının 20 katını aşıyor. 110 bin civarı kişi de kamudaki görevinden çıkartıldı. Ayrıca, CHP’nin derlediği bilgilere göre 71,274 kişi gözaltına alınırken, 41,326 kişi tutuklandı. Tutuklananlardan 12'si HDP milletvekili, 29'u il başkanı, 57'si ilçe başkanı, 75'i belediye başkanı. 5 haber ajansı, 62 gazete, 16 televizyon, 19 dergi, 29 yayınevi, 24 radyo, 1682 dernek, vakıf kapatıldı. Bu vahim tabloya bakarak hiçbir zaman mükemmel olmayan Türkiye demokrasisinin artık faşizmin eşiğinde olduğunu söylemek mümkün.
Popülizmi daha önce demokrasinin bir krizi olarak tanımlamıştım. Gerçekten popülizm mutlaka demokrasinin zayıflamasına neden olur ama illaki onun yok olmasına neden olmaz. Oysaki faşizm demokrasinin tamamen ortadan kalktığı koşulları tanımlar. Ancak pek çok ortak özellikleri olduğundan faşizm ve sağ popülizmi birbirinden ayırmak oldukça zor. Aslında faşizmi sağ popülist yelpazenin en uç noktası olarak tanımlayabiliriz. Hem faşizm hem sağ popülizm sürekli olarak milliyetçi sloganları, milli sembolleri, bayrağı vs. kullanır. İnsan hakları önemsenmez ve güvenlik bahanesiyle sıkça ihlal edilir. İkisinde de sürekli bir düşman söylemi ve günah keçisi tayini vardır. Baskın bir erkek egemen söylem de ortak özelliktir. İkisi de geleneksel cinsiyet rollerini yüceltir ve kürtaja karşıdır. İkisinde de halkı manipüle etmek için din bir araç olarak kullanılır ve bu konuda din adamları genelde devletle işbirliği içindedir. Hükümetin medyayı doğrudan kontrol etmesi de yine çok tipik bir ortak özelliktir. Faşist veya sağ popülist bir ülkede sermaye sahipleri faşist/popülist liderin iktidara gelmesine yardım eder ve karşılıklı yarar sağlayan bir sermaye-iktidar ilişkisi yaratırlar; dolayısıyla sermaye ayrıcalıklıdır. İşçi sendikaları ise ya tamamen yok edilir ya da şiddetle bastırılırlar, çünkü işçilerin örgütlenme gücü faşist ya da sağ popülist bir rejime karşı tek gerçek tehdittir. Akademisyenlerin, gazetecilerin sansürlenip tutuklanması da tipik bir ortak özelliktir, hatta yükseköğretime ve akademiye düşmanlık açıkça teşvik edilir. Sanatta sansür uygulanır, sanatın özgürce ifade edilmesine izin verilmez. Genel bir entelektüel karşıtlığı popülizmin olduğu kadar faşizmin de tipik bir özelliğidir. İki rejimde de neredeyse her zaman devlet görevleri yandaş gruplara tahsis edilir ve devlet yetkisi ve gücü bu yandaşları hesap vermekten korumak için kullanılır. Ulusal kaynakların ve hatta hazinelerin faşist/popülist lider tarafından tahsis edilmesi, hatta tamamen zimmete geçirilmesi de olağandır. Seçimler olsa dahi hileli olur veya özgür olmaz. Türkiye’yi düşününce tüm bunlar çok tanıdık gelmiyor mu???
Faşizmi sağ popülizmden ayırt etmemize yarayacak en önemli özellik içerdiği şiddetin tarzı, dozu ve yaygınlığıdır. “Faşist otoriteyi dayatmak için şiddet uygulanması hem bir hareket hem de bir rejim olarak faşizmin kilit unsurudur,” diyor Finchelstein.[4] Ulusal güvenlik takıntısı ve korkunun devlet tarafından bir araç olarak kullanılması konusunda faşizm popülizmden çok daha ileriye gider. Faşist rejimler insan hakkı ihlallerini, işkenceyi, hatta suikastları hoş görme, teşvik etme eğilimindedir. Baskıcı kanunları uygulamak için polisin neredeyse sınırsız bir yetkisi vardır. Halk da polisin gücünü kötüye kullanmasına göz yummaya ve hatta vatanseverlik adına sivil özgürlüklerden vazgeçmeye başlar. Faşist liderler, sadece halk desteğiyle değil, rakiplerine şiddetle saldıran ve sonra devletin yürütülmesine paramiliter oluşumlar olarak dâhil edilen ekiplerin harekete geçmesi sayesinde iktidar olurlar veya iktidarda kalırlar. Polis ve ordu aracılığıyla kullanılan şiddetin yanı sıra milis kuvvetler ya da yarı resmi silahlı gruplar da önem kazanır. Türkiye’deki yeni istibdat rejimini faşizm olarak tanımlayabilmek için bu özelliğin de husule gelmesi gerekir ve maalesef bu hususta da endişe verici gelişmeler var. 2013 Gezi protestoları sırasında dağınık ve düzensiz eli satırlı, bıçaklı esnaf grupları şiddet unsurları olarak sokağa çıkmıştı. Sonra daha örgütlü “Osmanlı Ocakları” ve “Esedullah Timleri” adında ne olduğu belirsiz karanlık gruplar türedi. Cumhuriyet’ten Çiğdem Toker’in, Newsweek dergisinden Michael Rubin’in ve mecliste de CHP’lilerin dile getirdiği gibi Sadat A.Ş. adlı Suriyeli radikal gruplara savaş eğitimi veren şirketin belki şimdi Türkiye’de milis kuvvetler oluşturmakta olduğu söylentileri var.[5] Bir diğer iddia da 15 Temmuz gecesi ölen sivillerin çoğunun sorumlusunun Sadat ve Osmanlı Ocakları milisleri olduğu. Erdoğan’ın geçtiğimiz Ağustos ayında bu şirketin yönetim kurulu başkanını Ulusal Güvenlik Başdanışmanı olarak ataması kendine özel bir muhafız birliği kurduğu kuşkusunu da beraberinde getirdi. Bu iddialar doğru mu, şu anda bilmiyoruz. Fakat gidişat böyleyse, Türkiye’deki sağ popülizmin neye doğru evrildiği açık.
***
Peki neden? Kuşkusuz ki genel olarak neoliberal kapitalizmin mülksüzleştirdiği, konumsuzlaştırdığı ve güvencesizleştirdiği kitleler Türkiye’deki gidişatta anahtar rol oynamakta. Bunlar toplumun en fakir kesimlerinden ziyade en muhafazakâr kesimlerinden, yani küçük esnaf, sanatkârlar ve çiftçilerden oluşan kitleler. Hem sağ popülizmin, hem de faşizmin belkemiğini oluşturan bu kitleler için küresel kapitalizm bir travma kaynağı olup onların faşizm gibi otoriter sosyal düzenlerde güvenlik ve mükâfat aramalarına yol açmakta. Belki de geç gelişmiş Batılı ülkelerin 1930’larda geçtiği bu süreçten bir türlü tam olarak sanayileşmesini tamamlayamamış, dolayısıyla da bir türlü tam olarak modernleşememiş Türkiye bugün Erdoğan’la geçiyor. Erdoğan’ın Osmanlı sevdasının Türkiye’yi II. Abdülhamit dönemine taşıyacağını herhalde hiçbirimiz düşünmemiştik. Ama eğer başkanlık referandumundan “evet” çıkarsa, Türkiye’nin meşrutiyet rejiminden de gerilere gideceği kesin. Endişeyle bekliyoruz.
- SON –
Notlar
[1] Yonca Özdemir (29 Ocak 2017), “Küresel Kriz ve Sağ Popülizmin Yükselişi – I,” Gaile No. 403 <https://www.yeniduzen.com/kuresel-kriz-ve-sag-populizmin-yukselisi-i-85987h.htm>.
[2] Kenneth M. Roberts (1995), “Neoliberalism and the Transformation of Populism in Latin America,” World Politics 48(1): 82-116.
[3] Freedom House (2017), Freedom in the World 2017: Populists and Autocrats:The Dual Threat to Global Democracy <https://freedomhouse.org/report/freedom-world/freedom-world-2017#anchor-one>.
[4] Federico Finchelstein (2008), "On fascist ideology," Constellations 15(3): 320-331.
[5] Çiğdem Toker’in artık erişimi engellenen 11 Temmuz 2016 tarihli Cumhuriyet’teki köşe yazısı; Çiğdem Toker (17 Ağustos 2016), “Erdoğan kendine muhafız alayı kuruyor,” Cumhuriyet <http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/586244/Erdogan_kendine_muhafiz_alayi_kuruyor.html>; Michael Rubin (3 Kasım 2016), “Turkey is Headed for a Bloodbath,” Newsweek < <http://europe.newsweek.com/michael-rubin-turkey-headed-bloodbath-515787?rm=eu>.