Öykülerdeki Kıbrıs
Geçtiğimiz Cuma günü Atina’da ‘Kıbrıs Evinde’ Kıbrıs Rum eğitim bakanlığının yayınladığı iki dilli öykü kitabının tanıtımı yapıldı. Bu yıl piyasaya çıkan geniş kapsamlı bu çalışmada 18 Kıbrıslı Türk ve 26 Kıbrıslı Rum yazar olmak üzere, toplam 44 yazarın çalışmasına yer verildi. Kitabın genel yayın yönetmenliğini İbrahim Aziz ile Lefteris Papalentiou yaptı. Atina’daki tanıtımda benimle birlikte onlar da hazır bulundu. İki dilli çalışmaların son derece az olduğu ülkemizde böylesine hacimli bir kitap üretmek hiç kolay değil. Başta çeviri sorunu olmak üzere -bu ülkede iki dili iyi kullanan insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez-, çeşitli sorunlarla karşılaşırsınız. Bu yüzden emeği geçen herkesi kutlayarak bu tür çalışmaların çoğalmasını dileyelim.
Kitapta yer alan öykülerin edebiyat değeri üzerinde durmayacağım. Bunu edebiyat eleştirmenleri yapsın. Ben daha çok öykülerin etnografik ve sosyolojik değerine dair bir şeyler söylemek istiyorum. Kitap bize dünkü-bugünkü, eski-yeni, geleneksel-modern Kıbrıs’ın hallerine dair epeyce ipucu veriyor. Bir örnek vereyim. Ünlü şair Kostas Montis’in 1944 yılında kaleme aldığı “İki Köyün Ortasında Bir Köpek” öyküsünde köyde uğradığı kötü muameleden kurtulmak için derin düşüncelere dalan ve zekice çareler üreten bir köpeğin öyküsünü okuruz. Gerçekten de Kıbrıs’ta çok yakın zamanlara kadar hayvan hakları her bakımdan ihlal ediliyordu. Hayvanlara karşı son derece acımasız davranılıyor, onlara eziyet ediliyordu. Oysa antolojinin son öyküsü “Perek” adlı çalışmasında yazar Emre İleri günümüz Kıbrıs’ında kedilere neredeyse insan muamelesi yapıldığını anlatıyor. Demek ki dünden bugüne önemli değişiklikler olmuş. Bu noktada bir parantez açarak bir gözlemimi aktarayım. Geçtiğimiz günlerde arabamı yıkatmaya götürdüğümde “Dog Wash” ilanı gördüm ve işletmeciye sormadan edemedim: “Ne yani, köpek de mi yıkıyorsunuz?” “Elbette” dedi. “Çok müşterimiz var...”
Bir başka öyküde 20 yüzyılın başlarında ilk defa araba görünce “şeytan icadı” gördüğünü düşünerek korkuya kapılan köylünün hallerini okuyoruz. Bu konuda değişim radikal. Biliyorsunuz, günümüz Kıbrıs’ı araba çokluğundan batma tehlikesi içindedir… Bazı öyküler İngiltere’ye göçü anlatıyor. 20. yüzyılın başında fakirlik yüzünden başlayan göç etnik çatışma ve savaş yüzünden 1974 sonrasına kadar devam etti. Özellikle 1920’li ve 30’lu yıllarda göç eden geleneksel köylüler gittikleri yerlerde kendilerini hiç bir zaman evlerinde hissedemedi, uyum sağlayamadı. Bu yüzden büyük bir burukluk yaşadılar. En vahimi, uzun yıllar sonra Kıbrıs’a döndüklerinde eski evlerinde de yabancı sayılacaklardı. Bir başka yabancılaşma biçimi kuşaklar arası farklılıklar yüzünden yaşanıyordu. Hızlıca değişen Kıbrıs’ta genç kuşakların ebeveynlerinin değerlerinden farklı değer anlayışı içinde hayatlarına yön vermeleri ebeveynlerle çocuklar arasında önemli gerginliklere yol açıyordu.
Kitapta yer alan öykülerde rastladığımız diğer önemli bir konu kadının toplumdaki yeridir. Özellikle Özden Selenge’nin öyküleri toplumsal cinsiyet eşitliğinden ne kadar uzak olduğumuzu gözler önüne seriyor. Selenge, ayrıca, emekçi kadınların fakirliğe rağmen sevgi ve özen dolu yaşamını, köylü kadınların doğa ile iç içe geçen emek mücadelesini piktöresk bir dille anlatıyor. Oysa eril bir bakış açısıyla kaleme alınan Ali Nesim’in öyküsünde kadın sadece cinsel bir haz nesnesi olarak konumlandırıyor. İşte bu aterkil yapıdır ki, başka bir öyküde karşılaştığımız tecavüzcü erkek tipini üretiyor. Nikos Nikolaidis “Eneyiler” adlı öyküsünde ecnebi bir dansöze tecavüz etmekle diğer erkeklerin gözünde “mühim” biri olacağını zanneden bir maganda anlatıyor.
Modern Kıbrıs’ın en önemli özelliği, kuşkusuz, milliyetçilik akımının yükselişe geçmesiyle birlikte geleneksel olarak bir arada yaşayan toplumların ilişkilerinin sarsılmasıdır. Nitekim kitapta yer alan üç öyküde iki ayrı topluma mensup kişilerin yaşadığı aşkların vuslatı yakalamadan sona ermek zorunda kaldıklarını okuyoruz. Milliyetçi akıl bir Kıbrıslı Türk ile bir Kıbrıslı Rum arasında aşk yaşanmasına set çekiyor. Yine milliyetçilik yüzünden aynı kahvelerde nargile tüttüren dost Kıbrıslı Rumlarla Türklerin çocukları birbirlerine düşman olacaklardır. Örneğin bir Kıbrıslı Rum kız, sabah akşam Türklerle beraber vakit geçiren babasına başkaldıracak ve Türklerden “köpekler” diye söz edecektir. 1950’li yıllara geldiğimizde durum iyice kötüleşti. Etnik gerilim, şüphe, korku ve sonunda çatışma dostlukları sonlandırdı. 1964 yılında yaşanan toplumlararası çatışmalarda evlatlarını kaybeden ebeveynler ve 1974 yılında yerlerinden kovulan, yakınları öldürülen insanlar artık birbirlerine şüphe ile bakmaktadırlar.
Modern Kıbrıs sadece etnik gerilim ve çatışmaya sahne olmadı. İç savaş da gördü. Kıbrıs Rum toplumunun “Makariosçular” ile “Grivasçılar” olarak ikiye bölünmesi, yasa dışı EOKA B örgütünün kurulması ve Makarios’u Enosise ihanet etmekle suçlaması, komünistleri “gayrı-milli” ilan etmesi ve Kıbrıs Rum toplumunun kaos ortamına sürüklenmesi Yannis Katsouris’in kaleminden çok güzel anlatmış. Ve tabii 1974… Savaş iki toplumun ilişkilerine son noktayı koydu. Bir öyküde okuduğumuz gibi, çocukluk arkadaşı Parashos’un gitarını ganimet furyasından kurtarmaya çalışan Naim’in çabası beyhudedir. Parashos Naim’e artık hiç güvenmiyor… Gürgenç Korkmaz’ın öyküsü ise 1974 Savaşının yarattığı ‘ganimet panayırına’ coşkuyla katılan Kıbrıslı Türkleri nelerin beklediğinin adeta simgesel bir anlatımıdır. Ganimete giden bir çocuk trajik biçimde hayatını kaybetmiştir… Savaşın en trajik yönlerinden biri de insanların evlerinden yerlerinden edilmeleridir. Nitekim bir öyküde bir Kıbrıslı Rum’un Mağusa hasretinden öldüğünü okuyoruz. Niki Marangou’nun 1990’lı yılların başlarına kadar devam eden ‘Kadınlar Dönüyor’ eylemlerini konu ettiği öyküsü de oldukça dramatiktir. Ayırım hattına yürüyen Kıbrıslı Rum kadınlar askerlerden örülü duvara çarpıp umutsuzca oradan uzaklaşmak zorunda kalıyorlar. Bu otobiyografik öyküde Niki acizlik ve çaresizlik içinde eve dönünce, 1974 sonrasında doğan kızı Katerina onu şu soruyu soruyordu: “anne, Mesarya ovası yeniden deniz olabilir mi?” Tabii, Mesarya yeniden deniz olmadığı için Niki evine hiçbir zaman dönemedi. Afrika’da bir trafik kazasında can verdiğinde çok sevdiği Maraş hala ‘Türk’tü…’
Bu umarsız ortama biraz ümit katan öykülerden biri ‘Çakıcık’ adlı öyküdür. Bu hikâyede Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türklerin her şeye rağmen birbirlerini affetmeye yatkın olduklarını okuyoruz. Umarız öyledir…