Saksafon Sesli Adam
Saksafon sesli adamın ölümünün üstünden tam on beş yıl geçti. Cem Karaca arkasında büyük bir müzik mirası bırakarak bu dünyadan göçtü.
Benim kuşağım onun şarkılarıyla büyüdü. Bizden sonraki kuşaklar da öyle...
Cem Karaca’nın elbette herkeste özgül deneyimlerle yoğrulmuş ayrı bir yeri vardır ama benim gibi dört yaşında savaşla tanışıp bir gettoya kapatılanlar için bambaşka bir yeri var...
Ülkemizden ve dünyadan kopartılarak bir gettoya tıkıştırılan bizler ergenlik çağına onunla adım attık...
1960’ların sonuydu. Bitmeyen bir senfoni gibi uzayıp gidecek olan “toplumlar arası görüşmeler” yeni başlamıştı. Kıbrıslı Türkler gettolarının dışına çıkabiliyor ve dışarıda çalışabiliyorlardı. Bütün gettolar gibi muhteşem gettomuz Lurucina’nın da “manzarası” yavaş yavaş değişiyordu. “Dışarısı” içeriye sızıyordu. Kıbrıslı Rumların yanında çalışan ve görece refah taşıyan işçilerin yanı sıra, Türkiye’de okumaya başlayan öğrenciler de kasabaya apayrı bir renk katıyorlardı. Bir grup genç, saç modelleri ve koşu bisikletleriyle bütün dikkatleri üzerlerine çekerken, Türkiye’de okuyanlar kasabaya “entelektüel gıda” sağlıyordu. Bu öğrenciler sayesinde Ruhi Su türküleri, Nazım Hikmet şiirleri ve Cem Karaca şarkıları gettoya ulaşıyordu.
Ortaokula yeni başlayan benim kuşağım bir yandan “hippiliğe” merak salıyor, diğer yandan da gizemli bir sözcük olarak kulağımıza çalınan “Solculuğa” ilgi duyuyorduk. Lurucina’nın “68’i” böyle bir şeydi. On vitesli spor bisikletlerin üzerinde uzun saçlarıyla hava atan gençler ve kalın bıyıkları ve gizemli edalarıyla solculuktan bahseden ağır abiler…
Benim kuşağım “her iki akıma” da meraklıydı. Okuldan ötürü saçlarımızı uzatamıyorduk ama pek havalı olmasa da bisikletlerimizle gezmeye çıkar, kızların gönlünü fethetmek için durmadan pedal çevirirdik. Sohbetlerimize “solculuk” kokan sözler serpiştirmeye meraklıydık. Sık sık “Kandır Çocuğu Taksim İstesin!” cümlesini sarf ederdik. Bunun anlamını bilmiyorduk ama bir başkaldırı cümlesi olduğu kesindi, çünkü bu cümleyi en çok “solcu” olarak bilinenler kullanırdı. Ne anlama geldiğini kestiremiyordum ama bir şikâyet ve hınzırlık cümlesi olduğunu hissediyordum. Kıbrıslı Türklerin 1964 çatışmalarıyla birlikte içine yuvarlandıkları trajik durumu iyi özetliyordu.
Kasabamızda “Hippi Pavyonu” adı altında açılan gençlik kafesi adeta “başkaldırı” mekânımızdı. Okuldan sonra vaktimizin çoğunu orada geçirirdik. Topçuk (Langırt) ve bilardo oynar, “devrimci” şarkılar dinlerdik. En çok Cem Karaca’yı severdik. Saksafon sesli bu sanatçının yüksek perdeden okuduğu “Doğu Batı Gavur Müslüm Bir Bana” şarkısı bizim “isyan” şarkımızdı. “Bin Gavur Kellesi Kessem Bu Kin Benden Vallahi de Gidemez” şiirleriyle büyüyen bizler için bu şarkının bambaşka bir anlamı vardı. Dinlerken avaz avaz bağırır, Cem Karaca’ya “eşlik” ederdik. Ve gettoya haykırmak istediğimiz her şeyi söylemiş olup rahatlardık.
Düşmanlıklara olduğu kadar, gettonun militarist havasına da isyandı bu. Bayrağın göndere çekildiği meydanın tam karşısında yer alan “Hippi Pavyonu” bizim adeta “mevziimiz” olmuştu. Oraya “mevzilenir”, şarkılarla “hücuma” kalkardık. Bu tür “eylemlerin” elbette bir bedeli vardı. Bir gün Bayrak töreni esnasında yine “Doğu Batı Gavur Müslüm Bir Bana” şarkısını çalmaya başladığımızda köyün “Paşası” pavyona dalıp müzik çaların kablolarını söküp atmış, bizi de sille-tokat dışarıya çıkartmıştı.
Bu olay bizi korkuttuğu kadar kışkırtmıştı da. “Yasaklı” şarkılar dinlemeyi artık daha çok seviyorduk…
Müzik getto yaşamımızın ayrılmaz bir parçasıydı. Kahvehanelerdeki müzik çalarlardan durmadan şarkılar yükselirdi. Biz ergenlerle gençlerin takıldığı “Hippi Pavyonu” bir müzik mabedi gibiydi. Yunanca, İngilizce ve Türkçe olarak dinlediğimiz parçalar kasabamıza bambaşka bir renk katıyordu. En büyük eğlencemiz olan düğünlerde de müzik ön sıradaydı. Kasabamızın cümbüş ve keman gibi klasik aletlerden oluşan küçük orkestrasının yanı sıra, Lefkoşa ve Larnaka’dan gelen müzik grupları ilginç ve değişik parçalar çalarlardı. Türkçe pop müziğinden örnekler sunar, yabancı rock gruplarının eserlerini yorumlarlardı. Elvis Presley gibi dev sanatçılar, Beatles ve Deep Purple gibi muhteşem gruplar gettomuzda bilinirdi. İnsanlar düğünlerde geleneksel müziklerin yanı sıra, Batı pop müziği ile de eğlenirlerdi.
Bayrak Radyosunda Hüseyin Kanatlı’nın hazırlayıp sunduğu harika müzik programları müzik sevgimizi besliyordu.
Benim müzik merakım böyle bir ortamda gelişti. Erken yaşlarda şarkı söylemeye başladım. Sevdiğimi ses sanatçılarının parçalarını defterime kaydederdim. Çoğu şarkıyı ezbere bilirdim, hala biliyorum. Okulun trampet takımına girdiğimde çok mutlu olmuştum. Babaannemden o muhteşem hediye geldiğinde ise sevinçten adeta uçmuştum. “İspanyol gitarı” dediğimiz aleti elime aldığımda onu öptüğümü hatırlıyorum. Elimden hiç düşürmediğim bu ince kollu kalın gövdeli aleti çalmayı hiçbir zaman öğrenemedim. Aleti durmadan hırpalıyor ve yüksek sesle bağırıyordum. En çok da Cem Karaca’nın parçalarını...
Bayrak Radyosu’nun farklı yörelerden yaptığı yayınlar için Hüseyin Kanatlı okulumuza geldiğinde, herkes okul adına benim şarkı söylemem gerektiği konusunda hemfikirdi. Cem Karaca’nın yorumladığı Cahit Külebi’nin “Benim Doğduğum Köylerde” diye başlayan anlamlı mısralarını utana sıkıla bütün Kıbrıslı Türklerin dinlediği radyonun mikrofonuna söyledim.
Yıllar sonra bu büyük sanatçıyı Almanya’da yakında görme fırsatı buldum. Kederler içindeydi. 12 Eylül Rejimi, başkaları gibi onu da sudan bahanelerle yurttaşlıktan çıkartmış, sürgün hayatı yaşamaya mahkum etmişti. Mutsuzdu. Nazım Hikmet’in “Çok Yorgunum” adlı şiirini bu sürgün günlerinde Almanya’da bestelemişti. Gerçekten yorgundu... Babasının cenaze törenine katılamaması hüznüne daha da derinleştirmişti. O günlerin hüzünlü, melankolik, hafif depresif Cem Karaca’sının Bremen’de verdiği muhteşem konseri hiç unutmadım.
Düşünüyorum da, erginlik çağını geçirdiğimiz gettomuza Cem Karaca’nın sesi ulaşmasaydı halimiz nice olurdu acaba...