1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Toplumsal Cinsiyetin Ötekisi: Erkeklik
Toplumsal Cinsiyetin Ötekisi: Erkeklik

Toplumsal Cinsiyetin Ötekisi: Erkeklik

Toplumsal Cinsiyetin Ötekisi: Erkeklik

A+A-


Tegiye Birey
[email protected]

Toplumsal cinsiyet kavramı, sadece kadın olarak kabul edilenlerin kadınlık rolleriyle sınavını değil, erkek olarak kabul edilenlerin de erkeklik rolleriyle ilişkilerini ve bunlar arasındaki etkileşimi inceleyebilmemizi sağlarken, ikili kadınlık ve erkeklik ayrım ve anlamlandırmalarının nasıl sadece kişileri değil, kurumları, söylemleri ve ulusları da şekillendirdiğini açığa vuran analitik bir araçtır. Toplumsal cinsiyet kavramı 1960lardan beri, psikolojiden tarihe, sosyolojiden hukuk çalışmalarına bir çok bilim dalının çalıştığı konuların ve kullandığı yöntemlerin darlığına ve yetersizliğine meydan okumuş, geleneksel olarak görmezden gelinen bu dinamikleri açığa çıkarma konusunda eşitlik ve adalet arayışımızda bizlere üretken bir kapı açmıştır.

Toplumsal cinsiyet kavramının olanca potansiyeline rağmen, erkeklik çalışmalarının “kadın hakları” söylemine göre ikincil konumda kalması feminist mücadele pratikleri açısından da eksiklik teşkil etmektedir. Zira kimlik politikaları temsiliyet ve görünürlülük açısından önemli olsa da, kimliklerin oluşum süreçlerini, deneyimlenme biçimlerini, tecrübelerin değişkenliğini ve ilişkiselliğini anlatma konusunda yetersiz kalabilmektedir. Bu yazı, Connell’in hegemonik erkeklik teorisini (1) kullanarak içinde olduğumuz yer ve zamana ait egemen erkeklik motifini şiddet, siyaset ve cinsellik eksenlerinde anlamayı amaçlamaktadır.

Hegemonik Erkeklik Nedir?

Connell, hegemonik erkeklik kavramını oluştururken, Antonio Gramsci’nin kültürel hegemonya teorisini (2) kullanır. Gramsci kültürel hegemonya teorisinde, aslında değer yargıları ve yaşam biçimleri çeşitlilik gösteren toplumlarda iktidardaki sınıfın inançlar, algılar ve değerleri varolan sıradüzeni ve eşitsiz güç ilişkilerini normalleştirmek amacıyla çıkarları çerçevesinde yönetip, bu toplumları böylece egemenlik altına alma çabasından bahseder. Böylelikle sosyal bir inşa olan mevcut eşitsiz durum kaçınılamazmış, doğalmış gibi bir algı yaratılır ve iktidardaki sınıf da böylece egemen konumunu sağlama almaya çalışır.
Gramsci’nin sosyal sınıflar üzerinden yaptığı bu gözlemi Connell, toplumsal cinsiyetlendirilmiş ve böylece hiyerarşik ilişkilere zorlanan kişiler ve sözde oluşturdukları gruplar arasındaki ilişkileri anlamak için kullanır. Bu bağlamda Connell’e göre zamana ve topluma göre değişiklik gösteren hegemonik erkekliğin yapısını üç etken belirler: ataerki, üretim ilişkileri ve katetik ilişkiler. Ataerki ve toplumsal cinsiyet etkisindeki üretim ilişkileri daha tanıdık kavramlar olsa da, duygu ve düşünceyi ayrı tutan ve birinciyi özel alandan bağımsız düşünmekte zorlanan yerel eril tartışmalarımızda çok da üzerinde durulmayan katetik ilişkileri birkaç cümleyle açıklamak gerekebilir. Öncelikle psikoanaliz alanında  Freud’un ortaya attığı kateksis, öznelerin duygusal enerjisine ve tutkularına atıfta bulunur (3). Connell’e göre, duyguya ve tutukuya bağlı ilişkiler de toplumsal cinsiyetle etkileşim içerisindedir ve hegemonik erkekliğin kendini var etmesi, normalleştirmesi ve sürdürmesi açısından etkilidir.
Hegemonik erkeklik, erkeklerin bir çoğu tarafından bir tamam icra edilemese de, aile, işyeri, devlet gibi kurumları şekillendirici etkisinden dolayı, dolaylı yoldan olsa da bir çok erkek bundan yararlanır. Hegemonik erkeklik, kendi iktidarı içerisinde kadınların icra etmesi gerekenleri, yani kadınlıkları belirlemekle ve normalleştirmekle kalmaz, erkeklik hiyerarşisinde hegemonik olmayan, bu tanıma girmeyen erkeklerin icraatlarını da ikincil konumda tutmayı, ötekileştirmeyi amaçlar.     

Kıbrıs’ın kuzeyinde Hegemonik Erkeklik 

Şiddet

Kıbrıs’ın kuzeyinde günümüzde hegemonik erkekliği nasıl tanımlayabiliriz diye düşünecek olursak, öncelikle şiddet ve militarizmden bahsetmemiz gerek. Her erkeğin zorunlu askerlik eğitimine ve yıllık seferberliğe gitmeye zorlandığı, okullarda askerlerin ders verdiği, tarih derslerinin neredeyse sadece savaş ve askeri tarih üzerinden şekillendiği, savaştan kaçan mültecilere para yok deyip askerin şişirilmiş bütçesini tartışmasız, oybirliğiyle geçiren bir meclisin hüküm sürdüğü, asker işgali altında kalmış toprakları bol, sokakların kapatılıp sözde askeri başarıların kutlandığı, pencereden dışarı bakınca ellerinde ölüm aletleri nöbet tutan askerlerle göz göze gelerek ve milli hamasetle büyütüldüğümüz bu coğrafyada, militarizm bizlere su gibi, hava gibi doğal gelen bir halde aslında. Militarizmin kuşatmasındaki erkeklik de, çok erken yaşlardan itibaren elinde silah üzerinde minik bir askeri üniformayla içselleştirilmeye başlıyor. Askerde sıradüzene sokulmuş, aşağılanmış, şiddete maruz kalmış erkekler, zorunlu askerlik süreleri bitince, güç hiyerarşisinde kendilerinden aşağıda konumlandırılmış olanlara nasıl davranılacağını aslında buradan öğreniyor.

Erkeklik, şiddetle eşleştiriliyor. Bu demek değil ki, kadınlar şiddet uygulamıyor. Ancak hegemonik erkeklik kapsamında yukarıda sayılan kültürel işaretler tarafından şiddet erkeğe daha uygun görüldüğünden, şiddet uygulayan bir erkek gerek mahkemelerde gerekse toplum algısında hoş görülmeye daha yatkın bir hale getiriliyor. Hegemonik erkekliğin şiddet icraatlerine katetik ilişkiler bağlamında bakacak olursak, vatan tutkusu ve eş tutkusu, sahip olma ve hükmetme duygusuyla beraber deneyimleniyor.  Üretim ilişkilerinde ise emeği çoğunlukla görünmez, güvencesiz ve görece eşit değer bulmayan, kaçsa bile can güvenliği olmayacağına inanan kadınların da şiddet gördüğü ortamlardan güvenli bir şekilde ayrılması neredeyse imkansız oluyor.

Peki hegemonik erkekliğin öğretilerini çeşitli şekillerde cisimleştirmeyen erkeklerin hali ne oluyor? Genelde literatürde homoseksüel ilişkiler yaşayan erkekler bu kategoriye örnek verilirken, yerel bağlamımızda buna ek olarak vicdani retçileri de gösterebiliriz. Anti-militarist sebeplerle orduya hizmet etmeyi reddeden erkekler, “erkekliğin sosyal kulübünden” dışlanma riskiyle karşı karşıya kalıyor, tarih kitapları onları yazmıyor ve mahkemelerde “anti-sosyal” olmakla suçlanıyor. Benzeri bir analiz, Kıbrıs’ta av, et tüketimi ve erkeklik kapsamında da daha önce yapılmıştır (4).   

Siyaset

20. yüzyılın başında Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşamış ve çeşitli gazetelerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yazan Ulviye Mithat, siyasetin erkeklerin domine ettiği bir alan olmasını, savaş zamanlarından kalma bir alışkanlık olarak nitelendirir; savaş süresince atılacak adımlara karar vermek için bir araya gelen erkekler, bu alışkanlıklarını savaş dışındaki siyasi karar verme mekanizmalarına da yansıttıklarını söyler (5). Kıbrıs’ın kuzeyinde, gerek temsili demokrasi bağlamında, gerekse toplumca önemli kabul edilen siyasi konularla ilgili “bilirkişi”lerin görüş bildireceği informal panel ve toplantılarda, ezici temsiliyetin erkekler tarafından sağlandığını görürüz. Hegemonik erkeklik, ev işleri, çocuk bakımı, hasta bakımı gibi “önemsiz” konularla uğraştırmamayı gerektirir. Bu detaylar kadınlığın alanıdır. Bu bağlamda, zaman diye normalleştirdiğimiz bile politikleşir; Kıbrıs’ın kuzeyindeki hegemonik erkeklik, erkeğin zamanını etkili veya etkisiz siyasi toplantılarda ve çeşitli siyaset üretim şekilleriyle (her cenazeye gitmek dahil olacak şekilde) geçirmesine izin verip siyasi sesi erilleştirirken, aynı zamanda erkekler arası oluşan partiler ve ideolojiler üstü siyasi/sosyal ağlar, bu alandaki hakedilmeyen ayrıcalıkların devamının gelmesini sağlar. Bütün bu mekanizmanın işleyişi de kadınlığa bağlıdır; arka planda bir kadın, bir adamın günlük hayatını hayatını kolaylaştırıcı rolü oynamalıdır.

Siyaset ve hegemonik erkeklik bağlamında politikleşen başka kavramlar ise mekandır. Siyasetin geleneksel olarak erkeklerin bulunması uygun görülen kahvehane ve meyhane gibi yerlerde tartışılması, tarihsel anlamda oy vermeye veya aday olmaya dahi yetkin görülmeyen kadınların bu anlamda müdahil olması için başka bir yapısal engeldir. Günlük hayatta deneyimlediğimiz mikro-saldırganlıklar da çoğu zaman duygulanım olarak bizleri etkileyen ancak çoğu zaman adını koyamadığımız cinsiyetlendirilmiş engellerdir. Kaç defa bir erkekle konuşurken sözünüz kesildi, dinlenmediğinizi hissettiniz? Hegemonik erkeklik, kendi düşünsel dünyasını başka türlü erkeklik ve kadınlık performansı yapanlardan önce tutar, günlük bir sohbeti bile bir iktidar harbine dönüştürebilir.

Cinsellik

Hegemonik erkeklik, arzu objesi illa ki karşı cins olan, hiperseksüel, sürekli “ihtiyaçlı” bir cinsel özne üretir. Böylesi bir cinselliğin “normalliğine” kendinlerini inandıranlar, cinselliği haklı ihtiyaçları olarak görüp bunun giderilmesi için insan ticareti mağdurundan tutun da rızası olmayan eşine kadar herkesin bu ihtiyacı gidermekle yükümlü olduğunu kafasında kurgular. Bu kişileri de kendi arzuları olan bir bütün bireyler olarak algılamak yerine neredeyse flu bir figür olarak görür baktığı yerde; bir insan olarak görmez. Cinsel şiddet dilinden düşmez, “a..ma koyar” günde birkaç kere, sinir olur “s….m” der. Bütün bunların sesli düşüncesi, o an yaşanan neyse, zedelenen iktidarına, rahatlığına omuz vermek için ona yardımcı olur- koyar koyar gider o, siz onu bilmezsiniz.

Peki bir erkek olarak hemcinsinize mi aşıksınız? Kadına yönelik şiddet üzerinden dalışlarınız, çıkışlarınız yok mu muhabbet esnasında? Yoksa siz hiç gece klübüne gitmediniz mi? Erkekliğiniz, iktidarınız sorguya açık, hegemonik erkekliğe de bir tehditsiniz demektir.

O zaman?

Tabii ki, bütün bu anlatılanlar, sabit veya değişmeyen “olaylar” değildir. Kişiler ve örgütler, eril olmayan bir siyaset için uğraş göstermektedir, belirli bir değişim de yaşanmaktadır. Ancak, hegemonik erkekliğe meydan okumak, azımsanmayacak ölçüde zaman, enerji, dayanışma ve başka bir kültür yaratma çabası gerektirmektedir. Nasıl iktidardaki sınıf kendine bahşettiği ayrıcalıklardan vazgeçmek karşısında direnecek ve diğerlerini aşağılayarak, şiddet uygulayarak, görmemezlikten gelerek aklının ürünü olan farazi yerlere oturtmaya devam edecekse, hegemonik erkeklik de anlamda aynını yapacaktır ve yapmaktadır.       

Hegemonik erkekliği anlamaya çalışmak, mücadele yöntemlerimizi de bilgilendirecek bir adım olacaktır. Erkeklik ve kadınlık üzerine düşünmek bu birkaç paragrafla sınırlı kalmamalı. Toplumsal cinsiyet rolleri, kadın erkek hepimizi tektipleştirerek belirli çarkları döndürme amacıyla kimimizle geçici veya süreğen işbirlikleri yapmakta, kimimizin canını almaktadır. Acil ihtiyaçlarımızı gidermek için yasal düzenlemelere ihtiyaç duyarken, içinde bulunduğumuz toplumsal cinsiyet hiyerarşisini ve bunun değişken ama sistematik yapıtaşlarını görmezden gelirsek, eşitlik kültürünü kuracak araçlara erişmekte hayli gecikebiliriz. Eagleton’un kültür tanımı (6), belki de bu yolda bizlere yeni bir ışık tutacaktır: “Kültür, kendini gerçekleştirmekle ilgili olduğu kadar, kendinin üstesinden gelmekle de alakalıdır.”

-----------------------------------------------------------------------

Görsel çalışma: Eugenia Loli 

KAYNAKÇA:
1. Connell, R (1995) Masculinities, University of California Press.
2. Bates, T. R.. (1975). Gramsci and the Theory of Hegemony. Journal of the History of Ideas, 36(2), 351–366.
3. Duyguların politik ve kültürel analizi, daha sonra feministler tarafından da duygulanım teorisi (affect theory) başlığıyla çalışılmıştır (bknz  Ahmed, S (2004)  Duyguların Kültürel Politikası, Sel Yayıncılık, İstanbul.
4. Paralik, B. (2015) Avın ve Et Tüketiminin Normalleştirdiği Üstün Erkeklik, Gaile, 305. Erişim: https://www.yeniduzen.com/Ekler/gaile/305/avin-ve-et-tuketiminin-normallestirdigi-ustun-erkeklik/2171 (22.12.2015’de erişildi)
5. Azgın, F. (1998) Ulviye Mithat ile Feminist Buluşma Nicosia: Meral Tekin Birinci Vakfı ve Kıbrıs Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği.
6. Eagleton, T. (2000) The Idea of Culture. Oxford: Blackwell Publishers.

Bu haber toplam 68285 defa okunmuştur
Gaile 349. Sayısı

Gaile 349. Sayısı