Türkiye Gözüyle: Neden “İlle de Federal”?
Türkiye Kıbrıs Sorununa 1950’li yıllarda taraf oldu. Bunda Kıbrıs Türk liderliği, daha fazla da İngiltere rol oynadı. Kıbrıs Türk liderliği 1940’lı yıllardan başlayarak Türkiye’yi Kıbrıs Sorununa dahil etmek için uğraşıp duruyordu, çünkü Enosisin yolunun kesilmesinin başka türlü mümkün olmayacağını düşünüyordu. Toplumun önde gelenleri yoğun lobi faaliyetleri sürdürüyor, Ankara’nın kapılarını aşındırıyordu.
İngiltere ise Kıbrıslı Rumların Enosis talebine karşı taktiksel bir tepkiyle Türkiye’yi soruna dahil etmeye çalışıyordu. Örneğin 1955 yılında örgütlenen ve Türkiye’nin sahaya inmesine yol açan Londra Konferansı bu politikanın bir eseri idi.
Türkiye Kıbrıs Sorununa taraf olduğu günden beri, ısrarla iki noktanın altını çiziyordu: Kıbrıslı Türklerin azınlık konumuna düşmemesi ve Türkiye’nin güvenlik endişelerinin giderilmesi.
Her ne kadar zaman zaman adanın Türkiye’ye verilmesini dillendirmişse de, gerçekte böyle bir şeyin imkansız olduğunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden ağırlığını Enosisin engellenmesine, Kıbrıslı Türklerin konumunun güçlendirilmesine ve kendi güvenliğini sağlama almaya verdi.
Bu arayışlar Türkiye’yi Federal modele sürükledi ve Federal anlayışa dayalı düzenlemeleri bütün dertlere deva olarak görmeye başladı. Türkiye, bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmadan önce önerilen özerklik modellerinin Federal anlayışa dayalı olmasını savunuyordu. Örneğin hem Harding-Makarios görüşmelerinde (1955-1956) hem de Radcliffe özerklik önerilerinde (1957) özerk yönetimin eşit temsili içeren Federal modele dayanmasını istiyordu. Lord Radcliffe, Türk tarafının bu talebini geri çevirirken, Kıbrıs’ta Federal bir düzenin kurulması için uygun koşulların bulunmadığını, çünkü nüfusun ayrı ayrı bölgelerde toplanmadığını belirtiyordu.
Taksim tezi gündeme oturduktan (1957) sonra bile Türkiye gizli görüşmelerde Federasyon diyordu. Örneğin 1958 yılının başında Vali Foot’un önerileriyle İngiltere bir kez daha özyönetim modeli önerdiğinde, Türkiye bir kez daha “Federasyon” diyecekti. 27 Ocak 1958 tarihinde Ankara’da başlayan Kıbrıs görüşmelerinde dışişleri bakanı Zorlu, Foot Planının sayfalarını süratle karıştırıp “bunda yeni bir şey yok” deyip planı bir kenara fırlattıktan sonra, Türk tarafı için “Federasyon” ve “Türkiye’ye üs” sözcüklerinin kilit sözcükler olduğunu söylüyordu. 1958 yılının ortalarında gündeme gelen son İngiliz önerisi Macmillan Planı da Federal ilkenin bir sonucu olan belediyelerin ayrılması koşulu ile kabul edilecekti.
Enosis ile Taksimin gerçekleşebilir olmadığının görüldüğü ve bağımsız Kıbrıs’ın konuşulmaya başlandığı 1958 yılının sonunda Türk tarafı yeniden Federal görüşü ileri sürecek ve son ana kadar bunda ısrar edecekti.
6 Aralık 1958 tarihinde New York’ta BM binasında bir araya gelen dışişleri bakanları Zorlu ile Averof, Enosis ve Taksimi dışlayarak bağımsızlık temelinde görüşler geliştirmeye başladığında, Zorlu, iktidarın iki toplum arasında paylaştırılmasını istiyordu ve Federal bir devletin kurulmasıyla başta güvenlik olmak üzere, bütün sorunların kolayca çözülebileceğini ileri sürüyordu. Zürih Antlaşması imzalana kadar (Şubat 1959) geçen üç ay içinde, Zorlu bütün görüşmelerde Federasyon tezini gündeme getiriyor, hatta bir adım daha ileri giderek sadece Kıbrıs’ta değil, gelecekte Türk-Yunan Federasyonunun kurulabileceğini söylüyordu.
Açıkçası, Türk tarafı Federal devlet modelini hem Kıbrıslı Türklerin varlığı, hem de Türkiye’nin güvenlik çıkarları açısından ideal çözüm olarak görüyordu ve böyle bir modele ulaşmak için çeşitli fedakârlıklarda bulunabileceğini söylüyordu.
Yunanistan ile Kıbrıslı Rumlar ise bu öneriye şiddetle karşı çıkıyorlardı. Sonunda Federal öğeler barındıran Zürih-Londra anlaşmaları temelinde bir devlet kurulmasına karar verildi. Zorlu, son ana kadar Kıbrıs devletinin adının “Federal Kıbrıs Devleti” olması için bastırıyor, hatta bunun kabul edilmesi durumunda İttifak Antlaşması çerçevesinde adaya gönderilecek Türk askerlerinin sayınında azaltma olabileceğini belirtiyordu.
1963 yılının sonunda başlayan etnik çatışmaların ardından 1964’ün Ocak ayında Londra’da toplanan konferansta Türk tarafı yine Federal devlet diyor ve iki bölgeli federasyon tezini savunuyordu.
1967 yılında Başbakan Demirel, Yunan Cuntası ile yaptığı görüşmelerde, Zürih-Londra antlaşmalarının yarattığı siyasal dengenin korunmasını, Kıbrıs Türk toplumunun “ayrı bir cemaat” olarak tanınmasını ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “coğrafi Federasyon esasına göre yeniden yapılandırılmasını” talep ediyordu.
1974 yılının başında başbakanlık koltuğunu oturan Bülent Ecevit, hükümetinin programına iki toplumlu Federasyon tezini almıştı.
1974’te peş peşe gelen darbe ve savaş sonrasında güçler dengesi tamamen Türk tarafının lehine değişince, Türkiye ideal çözüm olarak gördüğü coğrafi Federasyon tezini masaya yatırdı. O tarihe kadar Federasyon sözcüğünü duymaya bile tahammül edemeyen Kıbrıs Rum tarafının artık eli mahkumdu. Nitekim Makarios 1977 yılında iki-bölgeli, iki-toplumlu Federasyonun önünü açan anlaşmaya imzasını koymak zorunda kaldı.
Görüleceği gibi, Türkiye bütün zamanlar boyunca Federasyon deyip durmuş... Hem en güçsüz konumda olduğun 1950’lerle 60’larda, hem de çok güçlü bir pozisyona kavuştuğu 1974 sonrasında...
Bunun neden böyle olduğunu Bülent Ecevit’in ağzından dinleyelim:
“Federal devlet demek, iki yarı devlet, iki ayrı ülke demek değildir. Federal devlette ayrı bölgeler olur, ayrı yönetimler olur, ama bunlar ayrı ülkeler, ayrı devletler değildir, aralarındaki sınır da devletler arası sınır değildir. (…) Neden Federal?.. İlle Federal olması gerekli mi? Gerekli.”
(Bülent Ecevit’in 9 Şubat 1984 günü Lefkoşa Atatürk Meydanında yaptığı konuşma)
Bülent Ecevit, federal çözümden uzaklaşmanın ve çözümü sürüncemede bırakmanın zararlarını şöyle özetliyor:
“Kıbrıs’ta hareketsiz durmak, bir karar alma cesaretini göstermeksizin işi sürüncemede bırakmak marifet değildir, Türkiye’nin de Kıbrıs Türklerinin de yararına değildir. Neden değildir? Çünkü Kıbrıs’taki durumu katılaştırmanın ve çözümü sürüncemede bırakmanın sonucu Kıbrıs Türk Yönetimi’ni yıllarca dünyaya kapalı tutarak ekonomik durgunluğa, hatta Rum ekonomisinin baskısı altına girmeye mahkum etmektir ve Federasyondan Türk toplumu ve Türkiye için beklenen yararları engellemektir”.
(Bülent Ecevit’in 28 Haziran 1975 İstanbul Taksim konuşmasından)
Bülent Ecevit’in adayı temelli olarak bölüp ilhak etmek isteyenlere de bir çift sözü vardı:
“Kıbrıs’ın taksimi demek, Yunanistan’ın güneyimize getirilmesi, Ege yetmezmiş gibi, Akdeniz’de de Türkiye’nin önüne bir duvar gibi yerleşmesi demektir.”
Bütün bu anlattıklarımız şunu gösteriyor ki Türkiye Federasyonu ezelden beri savunagelmiştir ve hem kendi güvenliği, hem de Kıbrıslı Türklerin konumu açısından Federal modelin en iyi çözüm olduğuna inanmıştır.
Bugün birileri gerçekten Federasyondan uzaklaşıp başka formüllerin peşine düşmeye meyilli ise, bunun rasyonel bir çıkar hesabıyla yapılan bir tercih olduğunu söylemek güçtür. Olsa olsa, milliyetçi duygularla popülist yaklaşımların baskın geldiği bir durum söz konusu olabilir. Nitekim Bülent Ecevit de ömrünün sonuna doğru kapıldığı aşırı milliyetçi saplantılarla Kıbrıs Sorununun “1974’te bittiğini” söylüyor, bir zamanlar yaptığı aklı selim değerlendirmeleri unutmuşa benziyordu...