Türkiye ve Yunanistan’ın Kıbrıs Halleri
Bilindiği gibi, yeni yılın başında gerçekleşecek olan ve daha şimdiden tarihi sayılan Cenevre görüşmelerinde garantör “anavatanların dansını” izleyeceğiz. Garanti ve Güvenlik konularında son sözü söyleyecek olan Türkiye ile Yunanistan bir bakıma, tıpkı 1959’un Şubatı’nda Zürih’te olduğu gibi, Kıbrıs’ın kaderini belirleyecek.
Kıbrıs Sorunu her iki ülkede de uğruna uzun yıllar mesai yapılan “milli dava” olagelmiştir. Bu ülkelerin iç politikası kadar, dış politikasını da belirlemiştir. Bazı dönemlerde, özellikle Yunanistan’da hükümetlerin devrilmesine bile neden olmuştur.
Lozan Antlaşması ile aralarındaki savaşları sonlandıran Türkiye ile Yunanistan, 1930 yılında imzaladıkları Dostluk ve İşbirliği anlaşmasıyla dostluk yolunda ilerlerken, 1950’lerin ortasından itibaren Kıbrıs Sorunu yüzünden yeniden karşı karşıya gelmiş, defalarca yeni savaşların eşiğinden dönmüşlerdir.
Kısacası, Kıbrıs Sorunu her iki ülkenin kolektif hafızasında derin izler taşıyor. Başka türlü söylersek, bu ülkeler Kıbrıs Sorunu etrafında epeyce duygu biriktirmişlerdir.
Ne var ki, akıl ve bilgi biriktirdikleri pek söylenemez. Örneğin, Türkiye ile Yunanistan’da Kıbrıs Sorunu konusunda uzmanlaşmış kadrolara rastlamak mümkün değildir. Bu akademi dünyası kadar, hariciyeciler için de geçerlidir. Medyada da öyledir. Kıbrıs’ı bilen gazetecilerin sayısı son derece sınırlıdır. Siyasi elitlere gelince. Türkiye ile Yunanistan’da bugün siyasetle uğraşan kadrolar, daha çok yakın bir geçmişte genç insanlar olarak Atina ve Ankara sokaklarında yürüyüşlere katılıp çarpışan sloganlar haykırmışlardır.
Cenevre toplantısına doğru geri sayım başlamışken Kıbrıs Sorunu iki ülkenin basınında ve siyasal yaşamında yeniden yer bulmaya başladı. Yazılıp çizilenlere ve söylenenlere bakarsak, duygusal tepki ve hamasetin ötesine geçen anlamlı açıklama ve yazıların az olduğunu görürüz. Çok belli oluyor ki, Türkiye ile Yunanistan kamuoyları “Kıbrıs Cahilidirler.” Hükümetler ise kolaylıkla meseleyi iç politika malzemesi yapabiliyorlar. Bunlar Kıbrıs Sorununun çözümü açısından dezavantajdır.
Örneğin, Fikret Bila’nın Hürriyet gazetesinde yazdığı 7 ve 8 Aralık 2016 tarihli yazılar önyargı ve ön kabullerle doludur. 7 Aralık yazısında Karpaz’ın “Rum egemenliğine” bırakılacağını iddia ediyor ki bu tamamen asılsızdır. Federal Kıbrıs’ta “Rum egemenliği” diye bir şey yoktur. Hatta, Oluşturucu Kıbrıs Rum devletinde bile yoktur. Çünkü egemenlik Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumlardan neşet eder ve Kıbrıslı Türklerin siyasal eşitlik temelinde ortağı olacağı Federal Devlet tarafından kullanılır.
Evet, Karpaz bir zamanlar Türkiye’nin stratejik çıkarları için önemliydi. Örneğin 1964 yılında Acheson Planları görüşülürken Karpaz bölgesinin ya egemen üs, ya da kira yoluyla Türkiye’ye bırakılması söz konusuydu. Fakat o zaman adanın geri kalan kısmının Yunanistan ile birleşmesi, yani Enosis öngörüldüğü için Karpaz’ın stratejik önemi gündeme getirilmişti. Oysa şimdi Kıbrıslı Türklerin adanın bütününde Kıbrıslı Rumlarla birlikte ve eşit olarak egemenlik icra edeceği bir çözümden söz ediyoruz ve Karpaz bölgesindeki dört Kıbrıs Rum köyünün “otonom” olmasından, yani eğitim ve din işlerine kendilerinin bakmasından bahsediyoruz. Kimse gidip Karapaz’a S300 füzeleri filan konuşlandırmayacaktır...
Fikret Bila, “Türklerin ileride Rum yönetimine gireceği ve zamanla eritileceği bir çözüm modelinden” bahsedildiğini de iddia ediyor. Böyle bir savın nasıl iddia edildiğini anlamak mümkün değildir. Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı bütün zamanlar boyunca coğrafi esasa dayalı federasyonu tam da yukarıdaki iddianın hayata geçmemesi için savunageldiler. Kıbrıslı Türklerin azınlık olmasına şiddetle karşı çıktılar ve 1974’ten sonra da masaya coğrafi federasyon modelini koydular. İşte, Kıbrıs’ta konuştuğumuz çözüm modeli budur, yani “Pax-Turkiya’dır...”
Bila, 8 Aralık 2016 tarihinde ise Türkiye Barolar Birliği tarafından yayınlanan ve bir açık oturumdan derlenen “Kıbrıs’ta Sonsöz Söylenmedi” başlıklı bir kitapçıkta dile getirilen görüşlere atıfta bulunuyor ve yalan yanlış bilgilerle insanları çözümden soğutmaya çalışıyor. Efendim, “asıl büyük gaz yataklarının Karpaz Burnu ile İskenderun Körfezi arasında” imiş ve Kıbrıslı Rumlar askeri nedenlerin yanı sıra, bu nedenle de Karpaz’ı istiyorlarmış...
İnsan söyleyecek söz bulamıyor. Her şeyden önce, doğal zenginlikler –buna elbette doğal gaz da dahildir- Merkezi Federal Hükümetin otoritesinde olacak. Bu, adanın güneyinde veya kuzeyinde bulunacak bütün doğal zenginlikler için geçerlidir. Yani, yetki federal hükümette olacak. Federal devlette ise Kıbrıslı Türkler kendi bölgelerini tek başına, adanın bütününü de Kıbrıslı Rumlarla birlikte yönetecekler.
Maalesef, bu açıklayıcı notların bir manası olduğunu pek sanmıyorum! Çünkü mental bir blokajla karşı karşıyayız...
Şurası bir gerçektir ki, Türkiye federal devlet fikrini kendi stratejik çıkarlarına uygun bulduğu için bizzat kendisi önermesine rağmen, bu çözüm modeline kurşun sıkan yine kendisi oldu. Hamaset, cahillik ve iç politik kaygılar karışımı bir sentezle uzun yıllar çözümü erteledi. Bunun tek istisnası Annan Planıdır. Umalım, 2004’te yakalanan sağduyulu yaklaşım 2017’de de tekrarlansın...
Gelelim Yunanistan’a. Orada durum hiç iyi görünmüyor. Öncelikle şunu söyleyelim ki, bütün siyasi elitlerde “Karamanlis Sendromu” diye bir şey var. Türkiye ile Zürih Antlaşmasını yapan ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşmalarında imzası bulunan merhum devlet adamı Kostantinos Karamanlis “Kıbrıs’ı satmakla” suçlanmıştı. Bu yüzden adayı hiç ziyaret etmemişti ve her zaman şu sitemde bulunmuştu: “Anlaşmaları Makarios ile birlikte yaptık fakat o kahraman oldu ben ise hain...”
Solcu olsun sağcı olsun, bütün siyasi elitler Kıbrıs’ta Yunanistan’ın büyük bir haksızlığa uğradığını düşünüyorlar ve bu “haksızlığın” farklı aşamalardan geçerek tırmandığını savlıyorlar. Birinci aşamada, nüfusun %80’nini oluşturan Kıbrıslı Rumların self-determinasyon hakkının elinden alındığını ve “doğal çözüm” olarak gördükleri Enosis’in önünün kesildiğini ileri sürüyorlar ve bunu Türkiye’nin “jeo-stratejik hatırı için” Batı’nın Yunanistan’a yaptığı büyük bir kötülük olarak okuyorlar. İkinci aşamada ise Batı’nın Türkiye’nin adayı işgal etmesine göz yumduğunu söylüyorlar ve solcu elitler buradan “anti-emperyalizm” üretirken, sağcılar Batı’dan dert yanıyorlar. Üçüncü ve son aşamada federal devletin “Türk çözümü” ve “haksız bir çözüm” olduğunu düşünen ve bunun mutlaka engellenmesini isteyen solcu ve sağcıların karışımından oluşan adı konmamış bir cephe var. Kendilerini genellikle “yurtsever” olarak tanımlıyorlar ve hiç bir zaman açıklayamadıkları “yurtsever bir çözüme” inanıyorlar.
Kitleleri ve siyasetçileri harekete geçiren bu yüzeysel değerlendirmelerin ötesinde, Yunanistan devletinin soğukkanlı hesaplarını da dikkate almakta yarar var. Yunanistan, 1974’ten sonra adanın ya Çifte Enosis’e gitmesini ya da ikinci bir Helen devletinin kökleşerek varlığını sürdürmesini umuyordu. Açıkça ifade edilmese de hiç bir zaman federal çözüme inanmıyor ve bunda bir çıkarı olduğunu düşünmüyordu. Yunanistan’ın bu minvaldeki “devlet aklı” ile milliyetçi elitlerin federal çözüm karşıtı “yurtseverlik” gösterileri iç içe geçmiş durumdadır. Yunanistan’da yazılan Kıbrıs kitaplarının çoğunun ya adanın bölünmesini savunuyor ya da Helenler için daha iyi koşulların geleceği güne kadar çözüme gidilmemesini öneriyor olması tesadüf değildir. “Dundas Doktrini” olarak da adlandırılan bu tezi ilk önce Yunanistan’ın eski Lefkoşa büyükelçisi Duntas ortaya atmıştı ve bu tez o günden beri ilgi görmeye devam ediyor.
Kısacası, Yunan kamuoyu Kıbrıs’ta Türklerle Rumların birlikte yaşayıp yöneteceği federal bir devlete sıcak bakmıyor. Yunan hükümetleri ise Kıbrıslı Rumlar bu yönde irade beyan ettikleri için en iyi ihtimalle sessiz kalıyorlar. Fakat gönüllerinden geçenin federal bir Kıbrıs devleti olmadığı kesindir. Bu yüzden hiç bir hükümet federal devlet modelinin aktif savunucusu olmadı. Çok açıktır ki, Yunanistan Kıbrıs’ta federal bir devlet kurulmasına ancak sürüklenirlerse “evet” diyecek.
Umut nerede mi?
Şükür ki, Kıbrıs Sorununun çözümü Türkiye ile Yunanistan’a bırakılamayacak kadar önemlidir. Umut ışığının fışkırdığı yer burasıdır.