Yeni Ortak Devlet Nasıl Kurulacak?
Aşağıda okuyacağınız yazıyı 2008 yılında kaleme aldım. Bugün gibi, o günlerde de Kıbrıs’ta federal devletin nasıl kurulacağı tartışılıyordu. Kıbrıs Rum tarafı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin federal devlete dönüştürülmesini savunurken, Kıbrıs Türk tarafı yeni devletin “iki ayrı birim” -Derviş Eroğlu bugün buna “iki ayrı demokrasi” der- üzerine bina edileceğini söylüyordu. Günümüzde “Ortak Metin” veya “Ortak Zemin” arayışlarında önemli bir sorun haline gelen bu konuyu yeniden irdelemekte yarar gördüğüm için 2008 yılında “Bakire Doğumu” başlığıyla yazdığım yazıyı yeniden yayınlıyorum.
Bugüne kadar çok tartışılan ve önümüzdeki müzakere sürecinin çetin gündem maddelerinden birini oluşturacağına kesin gözüyle bakılan konulardan biri de yeni devlet oluşumunun eskisinin evrime uğramış devamı mı olacağı, yoksa “bakire doğumu” sonucu yepyeni bir devlet oluşumunun mu gündeme geleceği konusudur. Bu çetrefil konu Annan Planı hazırlanırken epeyce tartışmalara yol açmış ve “yaratıcı belirsizlik” yöntemiyle, yani mümkün olduğu kadar “muğlak” bırakılarak aşılmaya çalışılmıştı. “Muğlak” bırakılması elbette bilinçli bir tercihti. Türk tarafı “yeni Kıbrıs devletinin KKTC ve Kıbrıs Rum Yönetiminin” devredeceği egemenlik hakları temelinde kurulacağını ileri sürerken, Kıbrıs Rum tarafı “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin federal bir devlet şekline dönüşmesini” savunuyordu. Bu yüzden Annan Planını hazırlayanlar “yapıcı belirsizlik” yöntemini uygulayarak iki tarafa da ortaya çıkacak yeni yapıyla ilgili istedikleri gibi yorum yapma fırsatını sundular. Ne var ki, yorumların da bir sınırı vardır. İstediğiniz kadar esnek yorumlar yapabilirsiniz ama olguların özü inatçıdır ve bir noktadan sonra son sözü olgunun doğası söyler. Öncelikle Annan Planının hiç bir bölümünde “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti kurulacaktır” denmediğini belirtelim. Kullanılan kavram “Yeni Durumun Oluşması” (“Coming Into being Of The New State of Affairs”) şeklindedir. Planın “Ana Esaslar” bölümünde şöyle deniyor: “Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler ortaklığımızı yenilemeye karar vererek (...) İnanıyoruz ki bu yeni iki-bölgeli ortaklık, ortak geleceğimizi dostluk, barış, güvenlik ve refah içinde, birleşik ve bağımsız Kıbrıs’ta garanti edecektir.”
Burada öne çıkan “ortaklığımızı yenilemek” ve “yeni iki-bölgeli ortaklık” kavramlarıdır ki, her iki kavram da sıfırdan yeni bir şeyin kurulmasından çok, eskinin yerine ve üzerine yeni bir şeyin konmasını ifade ediyor. Tam da bu yüzden yeni kurulan devletler için esas olan uluslararası devletler ailesi tarafından tanınma talep etmek Annan Planında yer almamaktadır. Burada aslında açıkça söylenen, Kıbrıs’ta bir devletin var olduğu ve bu devletin varlığının devam ettiği ve başka devletlerin de zaman zaman yaptığı gibi, anayasasını radikal biçimde değiştirmek suretiyle belli bir devlet biçiminden başka bir devlet biçimine geçileceğidir. Kısaca, ülkede devlet olgusu varlığını sürdürmeye devam ediyor. Başka bir anlatımla, oluşan yeni durumla Kıbrıs Cumhuriyeti ortadan kalkıyor ama Kıbrıs’ta devlet olgusunun varlığı, anayasası değişmiş bir biçimde ve Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti olarak devam ediyor. Yani, bir anlamda “İkinci Kıbrıs Cumhuriyeti” oluşturuluyor. Tam da bu yüzden, tanınma için BM Örgütü’ne veya Avrupa Konseyi’ne başvuruda bulunmak Annan Planında yer almıyordu. Bunun yerine şöyle bir yöntem izlenilmesi öngörülüyordu: Kurucu Antlaşmanın uygulamaya girmesiyle Eş-Başkanlar BM Genel Sekreteri ile Avrupa Konseyi Genel Sekreterine ayrı ayrı mektuplar göndererek, bundan böyle Kıbrıs’ın BM’de ve Avrupa Konseyi’ndeki hak ve yükümlülüklerinin “Yeni Durum” temelinde hayata geçirileceğini bildireceklerdi. Kısaca, Kıbrıs (Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti BKC), yeni kurulan devletlerin yaptığı gibi, BM’ye ve Avrupa Konseyi’ne yeniden üye olmak için başvuruda bulunmayacaktı. Aynı durum AB üyeliği için de geçerliydi. Burada da BKC, AB’ye üye olmak için yeniden başvuruda bulunmayacaktı. Eş-Başkanların imzaladığı bir mektupla oluşacak olan “Yeni Durum” konusunda AB bilgilendirilecekti ve bundan böyle Kıbrıs’ın AB’ye Katılım Antlaşmasından kaynaklanan hak ve yükümlülüklerini BKC’nin sürdüreceği taahüt edilecekti. Kısaca, Kıbrıs ülkesinde devlet varlığını Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti olarak sürdüreceğinden, AB üyeliğine de bu isimle devam edecekti. Yani, “Yeni Durum” (Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti), Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırıyor ama bunu Kıbrıs’ta 1960’tan beri var olan devlet olgusunu yok sayarak değil, tam tersine, devlet olgusunu içine alarak, koruyarak ve aynı zamanda onu aşarak yapıyor. Kısaca, ESKİ yok olurken varlığını YENİ’nin içinde sürdürüyor. Diğer yandan KKTC tanınmış bir devlet olmamasına karşın, uluslararası hukuk bakımından meşruiyet aranmadan Kıbrıs’ta hangi otorite tarafından yapılmışsa yapılsın, bütün yasama, yürütme ve yargı kararlarının -uluslararası hukuka ve Kurucu Antlaşmaya aykırı olmamak şartıyla- “Yeni Durum” içinde devam etmesi öngörülüyordu. Dolayısıyla, Kıbrıs Türk toplumunun “siyasi bir toplum” olarak varlığı kabul ediliyordu. Nitekim Aralık 1963 tarihinden sonra Kıbrıs Türk toplumunun hangi isim altında olursa olsun -Geçici Yönetim, Otonom Yönetim, KTFD ve KKTC- altına imza koyduğu antlaşmalar, “Yeni Durum” tarafından tanınacaktı. Kısacası, KKTC ortadan kalkarken Kıbrıs Türk toplumunun siyasi varlığı “Yeni Durum” içinde devam ediyor olacaktı.
Peki ama “Bakire Doğumu” ve “Yapıcı Belirsizlik” yöntemleriyle yapılmak istenen neydi? Hangi soruna çözüm aranıyordu? Hiç kuşkusuz, bunun arkasında egemenlik tartışmaları yatıyor. Kıbrıs Türk tarafı “mevcut Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasını değiştirerek federal bir devlet şekline dönüşmesine” karşı çıkıyordu. Bugün de karşı çıkıyor. Bu, Kıbrıs Cumhuriyeti 1964’ten beri Kıbrıslı Türkleri temsil etmediği için yapılıyorsa, anlaşılır bir şeydir. Ancak “bir Kıbrıs Cumhuriyeti vardır (Rumların elinde olan), bir de KKTC vardır ve yeni devlet bu iki devletin üstüne bina edilecektir” demeye getiriliyorsa, burada sorun vardır. Çünkü böyle bir yaklaşım ayrılma hakkının kullanılmasına açık iki ayrı egemen devlete dayalı KONFEDERAL bir düzenlemeyi öngörmektedir ki, bunun Kıbrıslı Rumlar tarafından kabul edilmeyeceği çok açıktır. Ayrıca, KKTC ile Kıbrıs Cumhuriyeti eşit kefeye konuyor ki, bu da kullanmaktan çok hoşlandığımız ve sık sık dile getirdiğimiz “gerçekler” sözcüğü ile pek bağdaşmıyor. Biri AB üyesi, ötekinin hükmü ise Mesarya ovasıyla sınırlı. Burada bazı kesimlerin ileri sürdüğü bir görüş de şudur: “1964’te yaşanılanlardan sonra biz devletsiz kaldık, Kıbrıslı Rumlar ise devlete el koydu. Bunun gelecekte tekrarlanmasını engellemek için ve olası bir çatışma durumunda Kıbrıslı Türklerin de devlet sahibi olabilmesi için yeni ortaklık iki ayrı devlet üzerine kurulmalıdır”. 1964 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kıbrıslı Rumların eline geçmesi Kıbrıs Antlaşmalarının doğasından kaynaklanan bir durum değildi. Siyasi ve askeri gelişmelerin bir sonucuydu. Gelecekte de olası bir “geçimsizlik” durumunda kimin ne olacağı konusunu büyük ölçüde siyasi durum ile güç dengeleri belirleyecektir. Bu durumda şu soruyu sormak gerekiyor: Birleşik Kıbrıs Devletinde egemenlik ve demokratik meşruiyet sorununu iki tarafın da kabul edebileceği şekilde çözmek için ne yapılabilir? Bana kalırsa bu sorunu çözmek için ne “Yapıcı Belirsizlik” gibi bir bulanıklığa, ne de “Bakire Doğum” gibi bir mistisizme ihtiyacımız vardır. Ne de Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğu zaman yapılan hatayı tekrarlayarak egemenliğin kaynağını göstermemek gibi bir eğilim içinde olmalıyız. “İkinci Kıbrıs Cumhuriyeti” kurulacaksa, bu devletin egemenliğinin İKİ TOPLUMDAN (devletten değil) ve BÜTÜN YURTTAŞLARDAN kaynaklandığı açıkça kayıt altına alınmalı ve yeni anayasada açıkça belirtilmelidir. Bu durum, tarihi ve siyasi gerçeklere daha uygun düşer.
Eğer Kıbrıs Rum tarafı “ayrılma hakkı” endişesi içinde buna itiraz ederse, o zaman şöyle bir formül ileri sürülebilir: devlet -diyelim ki “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti- egemenliğini iki ayrı toplumdan ve bütün yurttaşlarından alır, ancak bu egemenlik bölünmezdir.” Böylece devlet meşruiyetini iki ayrı toplumdan ve yurttaşlardan alır ancak paylaşılan egemenliğin bölünmezliği kabul edilip, egemenlik olgusuna ayrılıkçı bir noktadan bakılmadığı gösterilmiş olur. Kıbrıslı Rumlar da Kıbrıslı Türklerle güç paylaşımının Kıbrıslı Türklere verilmiş bir “İMTİYAZ” değil, egemenlik paylaşımından kaynaklandığını teslim etmiş olur.