Yol Ayırımındaki Türkiye Muhafazakar Demokrasi mi Otoriter Demokrasi mi?
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bugün Cumhurbaşkanı seçmenlerin oylarıyla doğrudan seçilecek. Üç adayın yarıştığı seçimi Recep Tayyip Erdoğan’ın kazanacağına kesin gözüyle bakılıyor. Nereden bakarsak bakalım, bu seçim Türkiye tarihinde bir “milat” niteliğindedir. Bunu anlamak için cumhurbaşkanlığı koltuğuna aday olan isimlere bakmak yeter. İlk defa Kemalist cenahtan hiç kimse cumhurbaşkanlığına aday olmadı. Oysa cumhurbaşkanlığı denildi mi, daha yakın bir geçmişe kadar Kemalist muktedirlere adeta önceden ayrılmış bir makamdan söz ediyorduk. İlginçtir, şimdi Kemalizm’in geleneksel partisi CHP, muhafazakar bir aday olan Ekmeleddin İhsanoğlu ile seçime giriyor. Diğer aday ise, bırakın cumhurbaşkanlığına aday olmayı, daha düne kadar belediye başkanı seçilmelerine bile müsaade edilmek istenmeyen Kürt yurttaşlardan biridir. Gerçekten de yıllarca Kürtlerin hakları için mücadele veren Selahattin Demirtaş’ın şimdi Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil etmek üzere Çankaya’ya çıkmak için aday olması, büyük önem taşıyor. Olup bitenleri ve sembolik alana yansıyanları özetleyecek olursak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Türkiye’de Kemalist Vesayet Rejimi tarihe karışmıştır. Bugün yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri bu gerçeği açığa çıkaran bir “milat” olarak tarihe geçecektir. Kuşkusuz, bu noktaya bir günde gelinmedi. Makarayı biraz geriye sararak nereden nereye gelindiğine kısaca bir göz atalım. Ağustos 2003, Yüksek Askeri Şura toplantısı. “Recep Tayyip Erdoğan Genelkurmay başkanı ile salona girdi. Salonda bulunan tüm orgeneral ve amiraller kendisine ne selam verdiler ne de ayağa kalktılar.” (Oramiral Özden Öznek’in darbe günlüğünden aktaran Alper Görmüş, İmaj ve Hakikat, s.132) Okumaya devam edelim: “Pazar akşamı Cumhurbaşkanı’nın yemeğine gittik. (...) Yemekte Başbakan Cumhurbaşkanı’nın elini sıkmak istedi ama o elini geri çekti.” (y.a.g.e, s. 134)
Evet, AKP’nin iktidara geldiği 2003 yılında durum böyle idi. Bugün artık o Türkiye tarihe karıştı. Fakat o Türkiye’nin yerini nasıl bir Türkiye alıyor? Başka türlü söylersek, Post-Kemalist Türkiye nasıl bir ülkedir? Recep Tayyip Erdoğan’ın iddia ettiği gibi muhafazakar bir demokrasi midir? Bu soruya olumlu bir cevap vermek maalesef mümkün değildir. Muhafazakârlık akımının düşünce babası Edmund Burke, muhafazakârlığı her türlü toplum mühendisliğine ve devrimci (ani ve hızlı) değişime karşı olan, geleneği koruyan ve evrimsel gelişmeye inanan bir düşünce sistemi olarak tanımlıyor. Özellikle toplum mühendisliği ile muhafazakarlık hiç bir biçimde bağdaşmıyor. AKP’nin muhafazakar olduğuna şüphe yok. AKP yöneticilerinin kendilerini “muhafazakar” olarak tanımlamaktan hoşlandıklarını biliyoruz. Fakat soru şudur: AKP dünyanın bazı yerlerinde başarıyla yapıldığı gibi muhafazakarlık ile demokrasiye bağdaştırıyor mu? Bu soruya olumlu cevap vermek imkansızdır. Özellikle bugün Cumhurbaşkanı seçilecek olan Recep Tayyip Erdoğan’ın giderek daha otoriter bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Kemalist Vesayet Rejimine karşı mücadele ederken sevimli bir ağabeyi andırırken, şimdi yasaklayıcı ve öfkeli bir babaya dönüşmüş gibidir. Toplum mühendisliğine soyunarak topluma adeta ahlaki bir kostüm giydirmeye çalışıyor. Bu eğilimler muhafazakar anlayışla, daha doğrusu muhafazakar demokrasi anlayışıyla bağdaşmaz. “Demokrat” sıfatını hak edebilmek için çoğulculuğu sindirmek gerekiyor.
Oysa Recep Tayyip Erdoğan benimsemediği farklılıkları aşağılıyor, bu farklılıklara sahip olan kişileri azarlıyor. Bu yüzden, hem yurt içinde hem de yurt dışında en çok sorulan soru Post-Kemalist Türkiye’nin nereye gittiğidir? Putin’in Rusya’sı gibi otoriter muhafazakarlığa mı, yoksa muhafazakar demokrasiye mi? Bu sorununun tam yanıtını çok uzak olmayan bir gelecekte verebileceğiz...