1. YAZARLAR

  2. Eralp Adanır

  3. Zeki Erkut ve "KRAL"
Eralp Adanır

Eralp Adanır

Zeki Erkut ve "KRAL"

A+A-

zek-002.jpg

 

Uzun yılların edebiyat-kültür birikimini kitaplaştırmadaki ilk durağı, mizah yazılarından oluşan "Halim Çileli'nin Fevkalade Serüvenleri"(2016) oluyor. Ardından muhteşem bir romanla yeniden merhaba diyor bize Zeki Erkut. Memleket tarihinin toz dumanlığında kültürümüzü, sosyal yaşamımızı ve elbette-maalesef kan ve gözyaşının da harmanlandığı "Jans Mans Sokağı Çocukları"(2017).

Zeki Erkut'un yeni romanı "KRAL"ı konuşmaya başlıyoruz kendisiyle.

Öncelikle, Kıbrıs'taki savaşlardan kendisinin veya ailesinin göçmenlik yaşayıp yaşamadığını merak ediyorum. Çünkü kitabın merkezinde bu adadaki insanların boynuna asılan "Göç" hikâyesi var...

Aslında 1963'te Küçük Kaymaklı'dan ailece göç ettik. Ancak 1974'te böyle bir kaybımız böyle bir servüven böyle bir dram yaşamadık. Ama genellikle toplumsal bir drama - trajedi yaşandığı için etkilenmemek mümkün değildi. Yani benim olsun ailem olsun tanıdıklarımız dostlarımız halkımız epey etkilenmişlerdir.

Bizzat yaşadığımız 1963'le ilgilidir bilerin. '63'te göçmen olduğumuzda '74'te olduğu gibi kimse bize işte şu evi size veriyoruz şunu yapıyoruz, dükkânı veriyoruz öyle birşey yaşamadık. Özellikle Küçük Kaymaklı göçmenleri tamamıyle bir tarafa savrulmuşlardı.

Biz öncelikle canımızı kurtarıp işte Girne Kapısı'ndaki o zamanki Şahin Sineması'nda, sandalyelerin üzerinde dört gün dört gece geçirdik. Ondan sonra babamın bir tanıdığı aracılığıyla bir oda verdiler bize geçici olarak ki kimse tahmin etmiyordu yani o kadar uzun süre göçmenlik yaşanılacağını. Bize evlerini açtılar orda bir ay kadar kaldık ondan sonra ev aramaya başladık Lefkoşa surlariçerisinde. Ve kirasını ödemek koşuluyla dört-beş odalık bir evde şu anda yıkılmıştır Abdi Çavuş sokağında, bir oda bulduk ve yaklaşık üç-dört yıl da orda kaldık. Ondan sonra babamın mesleği nedeniyle Polis Lojmanlarına yerleştirildik ve 1975'e kadar orada kaldık.

Dolayısıyla romanımda yansıttığım konular, bizzat yaşadığım bizzat tanık olduğum, dramlarını yakından izlediğim insanlardan esinlenerek yazdığımdır.

Kitap kapakları çok önem taşır aslında. Çünkü başarılı bir kitap kapağı, kitabın içerisinde neleri barındırdığını çok iyi bir şekilde anlatabilmekte, mesaj verebilmektedir...

Kitap kapağı; benim hep üç kitabımda da çalıştığım Nilgün Güney'e aittir.

Kitap kapağında romandan bir bölümün bir yansıması vardır. Dikkat edilirse kapakta bir kavanoz var. Kavanozun üzerinde bir gemi, güneş ve esas yazılmayan birşey de; Leymosun. Yani Kadir kaptanın Leymosun'dan göç ettikten sonra bir evde misafir olarak barınması ama denize aşık denizle birlikte doğup denizle birlikte yaşayan insanlar için Lefkoşa'da bir odaya hapsedilmek kadar acı birşey yoktur. Kadir kaptan da bunun üzerine bir kavanoz buluyor ona su dolduruyor evin çocuğundan dolma kalem istiyor, o zaman dolma kalemlerimiz vardı Parker, mürekkeple, bu kavanozun içine mürekkebi boşaltıyor ve daha sonra o mürekkep mavi bir renge bürünüyor. Kavanoza bir sandal ve güneş resimlerini çiziyor ve Leymosun yazıyor üzerine. O günden sonra ancak uyuyabiliyor, ona bakarak. Yani orda biz ona hasret kavanozu dedik. Kitabın kapağına da Nilgün'ün bunu çok güzel yansıttığını inanıyorum.

Yaklaşık 7-8 alternatif vardı kapak için hepsi birbirinden güzeldi aslında. Ama bizim evde demokrasi vardır (gülüyor) oğluma ve eşime de gösterdikten sonra bunun üzerinde yoğunlaştık. Son olarak da editörün Nazen Şansal'a gösterdim alternatifleri o da bunun üzerine yoğunlaşınca dedik ki tamam demokrasi yerini buldu. Bence çok da iyi oldu kapak, çok profesyonelce oldu.

Kitabı okuyup o noktaya geldiğinizde gerçekten de hemen kapak aklınıza gelebiliyor.

Romanı yazmaya başlarken nasıl bir çerçeve çizmiş Zeki Erkut...

Tamam bir göçmenlik ve göçmenlik sonrası bir yaşayışlık vardı ama bunun içini nasıl doldurabileceği önemliydi. Çünkü sadece göçmenlik ve yer değiştirme hikâyesi değil, bununla birlikte başka gelişen toplumsal olaylar, hareketler,inançlar, yeni alışkanlıklar, davranışlar da vardır peşisıra gelen...

Bizim toplumumuzda aslında daha doğrusu Kıbrıs'taki iki toplum için de geçerli bu söyleyeceklerim; 1974 bir kırılma noktasıdır. Yani travmaların yaşandığı ve uzun yıllar insanların bu travma çerçevesinde ayakta kaldığı veya kalmadığı bir dönemdir. Dolayısyla 1974 öyle sanıyorum ki daha çok yazılması irdelenmesi gereken bir dönüm noktasıdır. Ben burdan hareket ettim.

Yani 1974 belki de bundan sonraki romanımda da 1974 eksenli olacaktır. Çünkü gerçekten yazılması gereken konular vardır. '74 sonrası yaşadığımız pek çok olumsuzluk vardır. Bunu gerek toplum olarak gerekse bireyler olarak en acı şekilde yaşadık. Bunları yansıtmak istedim. Yani '74'ün getirdikleriyle götürdüklerinin muhasebesini yapmak değil ama insanın kendisini bulabileceği bazı konuları romanıma dahil ettim.

Bunlar arasında haksızlığa uğramak bunlar arasında yozlaşmış bir toplum yaratmanın ilk adımlarını atmak vardır. Haksızlıklar, dostlukların artık eskisi gibi olmadığı ve en önemlisi insanların istemediği halde bir yere göç etmesi, ve doğduğu büyüdüğü, anılarını biriktirdiği yerlere, köyüne, evine karşı duyduğu özlemi yansıtmak istedim. Bunları ben '63'te yaşadım '74'te daha geniş kitleler yaşadı dolayısıyla bunları yansıtmak istedim.

1974 dönemiyle ilgili yazılan anılar kitaplar görüyoruz günümüzde ama belli bir çerçevede. Yani salt merkezine savaşı oturtan ve kaleme alan kişinin belli bir görüşünün de katılarak yazılan kitaplarımız var. Ama bu kitapta benim en çok dikkatimi çeken ve etkileyen; insan boyutunun yansıtılmasıdır.

Yani savaşın yaşanmışlığından sonraki durumda insanların neler yaşadığı neler çektikleri, nasıl bir yeniden hayat kurma çabalarının olabileceğini,  o anılarının bir anda yok olabilmesi veya o anılarına tekrar ulaşılmaz olmanın verdiği sıkıntı, pek işlenmiş konular değildir bu güne kadar.

Aslında savaşları sadece göçmenlik acı - ölüm olarak görmemk lâzımdır. Dediğiniz gibi insani boyutu vardır. Yani bu insanların bu savaşlardan kendilerine yüklenen bir travma... Bunu hiçbir zaman biz konu etmedik. Hep ya kahramanlıklarımızdan söz ettik, ya kayıplarımızdan acılarımızdan söz ettik. Bunlar da olsun ama içini bazı duygularla döşemediğimiz sürece bir tarafı eksik kalır.

Bugüne kadar 1974'le ilgili okuduğum kitap ya da yazılarda bu insanî boyutuna, insancıl yanına pek rastlamadım pek görmedim. Yani kaba bir şekilde işte savaş anlatılıyor yıkım anlatılıyor bunlar da anlatılsın. Veya bu savaş içerisinde bir insanın gösterdiği cesaret veya korkaklık, korkaklık da yoktur mesela, hep cesaret vardır. Dolayısıyla bunlar işin bir boyutu.

Bir bütünsellik sağlanması açısından o insanların ondan sonraki yaşadığı travmalar var ki bunlar üzerinde hiç durmadık. Yani bu insnaların kayıpları olmuştur şehitleri olmuştur ancak tekrar ayakta kalabilmek üstelik pek çok haksızlığa da uğrayarak ayakta kalma mücadelesi veren insanlarımızın neler hissettiklerini, ne yiyip neler içtiklerini ne düşündükleri, bunlar çok irdelenmedi.

Yani bir devlet bir hükümet politikası da şimdiye kadar olmadı bu konuda.

İnsana bir ev vermekle onun bütün yaraları sarılmış olmuyor.

Veya çocuğuna bir iş vermekle sarılmamıştır bütün yaralar.

İşin pek görülmeyen başka boyutları vardır.

Ben kitabımda bunlara da yer vermeye çalıştım.

 

Bu yazı toplam 2970 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar