10 MADDEDE YÜKSEK BİNA FOBİMİZ
Bu yazıyı yazmadan önce çok ikilem yaşadım. Çünkü yazının içeriğini okumadan, sadece başlığa bakarak beni “doğa düşmanı” veya “kapitalist” ilan edecek kişiler olacaktı. Ama sonrasında bunu göze alarak yazmaya karar verdim. Çünkü Girne ve Lefkoşa’daki plansızlıktan dolayı ülkemizde yüksek binalara karşı çıkmanın ‘modern’ ve ‘sorumluluk sahibi’ bir duruş olduğu gibi bir yanılgı var.
Halbuki nüfusu henüz artma ivmesini tamamlamamış, turist alan ve gelişmesi devam eden ülkelerde binaların yükselmesi kaçınılmazdır. Aslında bu ihtiyacı görmezden gelmek ve bu ihtiyaca göre plan yapmamak, 2012 yılında Lefkoşa’da ve geçtiğimiz yıl Girne’de yaşadığımız sıkıntının başlıca nedeniydi.
Bu yazıda sizlere neden “yüksek binalardan” değil de, şehirlerin kısıtlı bir bölgesinde “yüksek bina alanı” planlamamaktan korkmamız gerektiğini madde madde anlatmaya çalışacağım.
- Öncelikle kabul edelim. Ülkemizde yaşayan insan sayısı artıyor. Bu gerek kendi nüfusumuz olsun, gerek turist olsun, gerek öğrenci olsun fark etmiyor. Ortaya bir emlak ihtiyacı var.
- Annan planı sonrasında yaşadığımız pek çok şey gibi, nüfus patlamasına ve emlak ihtiyacına hazır değildik. Özellikle ülkemize yerleşmek isteyen İngilizlerin bir konut ihtiyacı oluşmuştu ve bu da ekonomimize çok katkı sağladı. Ama bu ihtiyacı merkezde yükselerek karşılamak yerine, doğayı yok ederek karşılamayı seçtik. Girne’yi, Lapta’dan Bellapais Manastırına kadar tüm sahil şeridi boyunca betonla örttük.
- Biz bir ada ülkesiyiz. Toprak bizim için değerli ve sınırlı bir kaynak. Bu konuda ciddi anlamda güneydeki imar yaklaşımımızı kendimize örnek almamız gerekiyor. Limasol, Larnaka, Baf ve Lefkoşa. Bu şehirlerin hepsinde şehrin merkezlerinde Merkezi İş Alanları(MİA) var. MİA’larda yükselme, diğer bölgelerde betonlaşmayı ve toprağı beton örtüyle boğmayı önlüyor. Zaten bu anlayış sadece güneyde değil, dünyanın bütün planlı şehirlerinde hakim.
- Önerdiğimiz tüm şehrin yüksek binalarla donatılması değil. Bunun yerine şehir merkezlerine, yani kısıtlı MİA bölgelerine yükselme verilmesidir. Böylece görmezden gelmeye çalışılan emlak ihtiyacı karşılanacak ve şuursuzca betonlaşmanın önüne geçilebilecektir.
- Lefkoşa örneğini ele alacak olursak, yukarıya yükselemeyen şehir yana doğru büyüyor. İlk dalga banliyöleşme Yenikent ve Hamitköy olarak hayat buldu. Şu anda ikinci dalga olarak Mesarya’ya ve Alayköy’e doğru genişleme tehlikesi mevcut. Bu da altyapı sorununu devlet açısından çözülemez hale getiriyor. Uzak mesafeye altyapı götürmek pahalı oluyor. Trafik de ulaşım mesafesi arttığından dolayı artıyor.
- Altyapı demişken. Özellikle de otopark sorunu bu konuda ciddi bir etken. Lefkoşa örneğinde MİA’nın olması gereken bölge Dereboyu’nu ele alalım. Bu caddede yapılan yeni binaların tümünün bodrum katında otoparkı var. Özellikle kendi tasarladığım binadan biliyorum, 3 kat bodrum ve 65 adet yeni otopark ile binayı inşa ettik.
- 80’lerde inşa edilmiş ve zemin katları dükkana dönüştürülmüş eski binalar ise tam anlamıyla felaket. Otopark sıkıntısını aslında bu binalardan dolayı oluşuyor. Yeni otopark sunamadıkları için ticari bölgede ciddi bir park yeri bulma sıkıntısı doğuyor.
- Dahası bu binalar maalesef çirkin. Çünkü pek çoğu Sovyetler Birliği dağıldığından beridir boyanmamış. Gerçek anlamda sıvaları dökülüyor. Belki bizim gözümüz alıştı ama ülkemize gelen turistlerde ve üniversite öğrencilerinde geri kalmış bir ülke izlenimi bırakıyor.
- Belki de en önemlisi bu binaların bir çoğunun 99 depreminden önce yapılmış olmasıdır. Neredeyse 40 yaşına gelmiş, deprem yönetmeliği geçmeden önce yapılan bu binaların birçoğunun tehlikeli olabileceğini söylemek yanlış değil. Pek çoğunun 20 santimlik kolonları ve kolonların içerisinden geçen yağmur suları var.
- Lefkoşa’da en küçük bir apartman dairesinin bile 50-60 bin sterlin olduğunu düşünürsek, bu ülkenin gençlerinin artık evlilik çağına geldiğinde kendi gücüyle ev alacak durumda olmadığını anlayabiliriz.
Bu miktarın azımsanmayacak ölçüdeki kısmını maalesef arsa ücreti kapsıyor. Halbuki yüksek bina daha çok hanenin arsa ücreti giderini bölüşmesi ve hayatını yeni kuran gençler için daha uygun konut fiyatları anlamına geliyor.
Ülkemizde ekonomik kriz var. Yabancı yatırımcıların kira döviz kuru sabitleme haberlerinden sonra ülkeye gelmekten çekineceği bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemde yerli yatırımcı ve iş adamları da yatırım yapmaktan çekinecek ve dövizin düşmesini bekleyecektir. Bu bekleyiş kendi kendine piyasanın durmasına ve krizin daha ağır hissedilmesine sebep olabilir.
Bugünlerde yenilenmekte olan Lefkoşa İmar Planı ise bu noktada bir fırsattır. Bu imar planı değişikliğinde Mehmet Akif Caddesi bölgesinin imarı gerçek anlamda bir Merkezi İş Alanına dönüştürülmeli ve bu bölgedeki binaların dönüşmesi sağlanmalıdır.
Bu karara illaki karşı çıkanlar, hatta bunu önermeme bile kızanlar olacaktır. O durumda Lefkoşa İmar Planının iki tarafa da uygulanan bir imar planı olduğunu hatırlatmak gerekir. Ve aynı planın aynı şehirde uygulamasının bir tarafa 12 kat ile, diğer tarafa ise 30 kat ile olmaması gerektiği tatlı bir dil ile anlatmak yeterli olacaktır.
Devletin en büyük zenginliği her zaman imardır. Bunu kamu faydasına göre planlamak, ülkenin gelişmesinin durmasını önlemek ise hiçbir zaman yalnızca teknik bir karar olamaz. Bu yüzden vizyonu halkın oy verdiği siyasi irade, vizyonun nasıl gerçekleşeceğini ise teknik uzmanlar belirlemelidir.