15 Temmuz Darbesi ve Türkiye’nin Kıbrıs Savaşı (8)
15 Temmuz Darbesi ve Türkiye’nin Kıbrıs Savaşı (8)
Niyazi KIZILYÜREK
[email protected]
Türkiye’nin ateşkese rağmen adaya yığınak yapmasından rahatsız olan Yunanistan başbakanı Kostantinos Karamanlis Kissinger’e yazdığı bir mektupta Türk tarafının ateşkesi ihlal ettiğinden yakınıyordu ve Türkiye’nin Helenleri aşağılamak ve küçük düşürmek istediğini ileri sürüyordu. Karamanlis şöyle diyordu: “düşmanınızı yenebilirsiniz ama onu aşağılayamazsınız.”
Türkiye’nin ateşkes anlaşmasına uymamasından Glafkos Kliridis de şikayet ediyordu. O kadar ki, Sovyetler Birliği’ne başvurarak yardım talep etmişti. Fakat Kissinger Kliridis’in bu girişimine çok sert tepki göstermişti. ABD dışişleri bakanı Kliridis’i tehdit ederek Sovyetler Birliği’nin devreye girmesi durumunda “ABD’nin normalde yapmayacağı şeyleri yapabileceğini” söylüyor, Kliridis’i açıkça tehdit ediyordu.
Türkiye adaya sürekli olarak kuvvet yığmasıyla bu savaştan neyi murat ettiğini açıkça ortaya koymuştu. Türkiye, coğrafi bölünmeyi hedefliyordu. Kuvvet yığmasının tek nedeni bu idi. Nitekim İngiliz Yüksek Komiser Olver 26 Temmuz 1974 tarihinde adadan Londra’ya geçtiği bir mesajda Türkiye’nin geniş bir toprak parçasını işgal ederek coğrafi esasa dayalı federal devlet düzeni için baskı uygulayacağını belirtiyordu. Gerçekten de Türkiye’nin 1960 düzenine geri dönmeye ve anayasal düzeni yeniden tesis etmeye hiç niyeti yoktu. Nitekim Kliridis Türkiye’nin adaya ayak bastığı 20 Temmuz’dan tam üç gün sonra, 23 Temmuz 1974 tarihinde, Rauf Denktaş’a Zürih ve Londra Anlaşmalarını olduğu gibi kabul ettiğini ve uygulamaya hazır olduğunu bildirdiğinde, Türkiye’den gelen yanıt olumsuz olacaktı. Türkiye Kliridis’e Denktaş aracılığıyla gönderdiği cevabi mesajda şöyle diyordu: “Türk hükümeti, Kıbrıslı Rumların on yıl boyunca uygulamaktan kaçındığı ve yok saydığı Zürih-Londra Anlaşmalarına geri dönemez ve bu konuyu görüşemez. Ayrıca, bu anlaşmaların Rum saldırıları karşısında Kıbrıs Türk toplumunu koruyamadığı da artık kanıtlanmıştır.”
Birinci Harekat planlama ve uygulama açısından genellikle “başarısız” olarak değerlendirildi. Girne’nin batısından karaya çıkan askerler Girne’yi alacak kadar ilerlemede epeyce güçlük çekmiş, havadan indirilen paraşütçü birliği de büyük kayıplar vermişti. Bülent Ecevit 23 Temmuz günü Türk ordusunun kayıplarını 57 ölü, 184 yaralı ve 242 kayıp olarak açıklamıştı ama Ankara’da görev yapan İngiliz Askeri Ateşe kayıpların çok daha fazla olduğunu, özellikle paraşüt birliğinin büyük kayıplar verdiğini ileri sürüyordu. Türk ordusunun başarısızlığı karşısında telaşa kapılan Kissinger Amerika’nın Genel Kurmay Başkanı General George Scratchley Brown’u arayarak bu askeri başarısızlığın NATO açısından ne anlama geldiğini soruyordu. Orgeneral Bedrettin Demirel de yabancı askeri ateşelerin Birinci Harekatı “Poorly Planned and Poorly Examined”, yani, “yetersiz planlanmış ve yetersiz icra edilmiş” bulduğunu söylüyordu.
Birinci Harekat esnasında ve sonrasında Türk tarafı sık sık Kıbrıslı Türklere karşı toplu katliam girişimleri yapıldığını ileri sürerek askeri harekatı sürdürüme tehdidinde bulunmuşsa da, bu iddialar doğru değildi. Ne harekatın birinci safhasında, ne de onu izleyen ateşkes sonrasında Kıbrıslı Türkler katliama uğramamıştı. Türk tarafının şikayet konusu ettiği katliamların yalan-yanlış bilgilere dayandığı BM Barış Gücü ve yabancı misyonlar tarafından defalarca Türk tarafına bildirilmişti. Fakat bu süreçte özellikle İngilizler ateşkes ihlalleri devam ederse Kıbrıslı Türklerin saldırıya uğrayabileceği konusunda sık sık uyarıda bulunmuşlardı. Türkiye buna rağmen ateşkes ihlallerini sürdürdü.
Birinci Cenevre Deklarasyonu
Ateşkes kararından sonra üç garantör ülke, Birleşik Krallık, Yunanistan ve Türkiye, görüşmelerde bulunmak üzere Cenevre’de bir araya geldi. 25–30 Temmuz tarihleri arasında yapılan Birinci Cenevre görüşmeleri BM’nin 20 Temmuz 1974 tarihinde yayınladığı 353 numaralı kararı çerçevesinde gerçekleştirildi. BM bu kararında bütün devletleri Kıbrıs’ın egemenliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı duymaya davet ederek, derhal ateşkes yapılmasını, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı yabancı askeri müdahalenin derhal sona erdirilmesini, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde uluslararası anlaşmalara aykırı olarak bulunan yabancı askeri personelin derhal adadan çıkmasını ve üç garantör ülkeyi bir araya gelerek bir an önce bölgede barışı ve Kıbrıs’ta anayasal hükümeti tesis etmeye davet etmişti.
Birinci Cenevre konferansı dışişleri bakanlarının yayınladığı ortak deklarasyonla sonuçlandı. Buna göre, Kıbrıs Rum ve Yunan güçlerinin kuşatması altında bulunan Kıbrıs Türk “enklavları” boşaltılacak, esir düşen asker ve siviller karşılıklı olarak iade edilecek, BM’nin 353 numaralı kararı çerçevesinde bölgede barışın, Kıbrıs’ta da anayasal hükümetin kurulması için görüşmeler yapılacaktı. Ortak açıklamada, ayrıca, 8 Ağustos tarihinde Garantör Ülkelerin yanı sıra iki toplumun temsilcilerinin de katılacağı görüşmelerin başlayacağına da yer veriliyordu. Bu görüşmelerde ele alınacak başlıca konular “anayasal düzene geri dönülmesi” ve “Cumhurbaşkan Yardımcısı’nın 1960 anayasası çerçevesinde göreve geri dönmesi” olarak belirlendi. Ortak açıklamada bir yandan “1960 anayasasından” ve “anayasal düzene geri dönülmesinden” söz edilirken, diğer yandan da Türk tarafının ısrarıyla açıklamaya giren bir cümle Türkiye’nin adada kurmak istediği “yeni nizamın” habercisiydi. Türk tarafı “Kıbrıs Cumhuriyeti’nde fiilen Türk ve Rum olmak üzere iki muhtar idare vardır” ifadesinin ortak açıklamaya girmesinde ısrar etmiş ve bunda da başarılı olmuştu. Bu ifadeler kendi içinde bir çelişkiyi işaret ettiği kadar, aslında Türk tarafının coğrafi temelde federal bir çözüme yöneldiğinin de en açık göstergesiydi.