1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “1934 Trakya Olayları’nın ardından… Trakya pogromu…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“1934 Trakya Olayları’nın ardından… Trakya pogromu…”

A+A-

BASINDAN GÜNCEL…

Işıl Demirel

Trakya’nın çeşitli yerleşim birimlerinde 1934 yılının Haziran ayında yaklaşık 15 gün boyunca Yahudilere karşı gerçekleştirilen eş zamanlı saldırılar sonucu binlerce Yahudi Trakya’yı kalıcı olarak terk etmiş, binlercesi de geçici süreyle terk edip geri dönse de buralarda artık huzurla yaşamanın mümkün olmayacağını öğrenmişti.

Tek öğrendikleri kuşkusuz bu değildi; güven duymamayı, temkinli olmayı, susmayı da öğrenmişlerdi. Öyle ki, özellikle yaşlıların çok iyi bileceği Judeo Espanyol dilinden eski bir deyimi bu olayla hafızalarına bir kez daha kazımışlardı: “Göz yakmayan soğan, acı vermeyen Türk olmaz”.

1930’lu yıllarda Türkiye’de yükselen antisemitizm

Hitler’in 30 Ocak 1933 tarihinde Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi ile iktidara gelmesiyle Almanya’da yükselen ırkçılığın etkisi tüm Avrupa’da ve Türkiye’de de antisemit ve ırkçı bir siyaset ile kendini gösterir. Antisemitizm ne Avrupa ne de Türkiye için yeni bir ideolojidir. Ancak Hitler’in iktidara gelmesiyle moda hâline gelen antisemitizm furyası Türkiye’de üretilmekte olan antisemit yayınların niceliğinin artmasına sebep olmuştur. Özellikle 1934 yılı, Türkiye’de ırkçı-Turancı ve Nazi sempatizanı kişi ve grupların yayınlarının zirveye ulaştığı yıldır. Antisemitizmle birlikte adları başta anılan yazarlardan Cevat Rıfat Atilhan ve Nihal Atsız 1934’te ve yakın yıllarda Millî İnkılap, Akbabave Orhun gibi dergilerdeki yazılarıyla Nazizm’in ve antisemit fikirlerin Türkiye’deki yankısı haline gelirler.

Nihal Atsız söz konusu yıllarda Millî İnkılap adlı dergide yayınladığı, ‘çıfıt’ diye isimlendirdiği Yahudileri hedef alan yazılardan birinde, “Yahudi denilen mahlûk dünyada yahudiden ve sütü bozuklardan başka hiç kimse sevmez… Yahudi, zilletin, korkaklığın, kötülüğün ve seciyesizliğin örneği olmuştur… Dilimizdeki ‘yahudi gibi’, ‘çıfıtlık etme’, ‘çıfıt çarşısı’, ‘havaraya benzemek’, ‘yahudiden yumurta alan içinde sarısını bulamaz’ gibi sözler bu alçak millete ırkımızın verdiği değeri gösterir… Çamur ne kadar fırına verilse demir olmayacağı gibi yahudi de ne kadar yırtınsa Türk olamaz. Türklük bir imtiyazdır her kula bilhassa Yahudi gibi kullara nasip olmaz… Biz kızarsak Almanlar gibi Yahudileri imha etmekle kalmaz, daha ileri gideriz: Onları korkuturuz. Malum ya ataların sözüne göre Yahudi’yi öldürmektense korkutmak yeğdir” sözleriyle Yahudilere nefret kusmaktadır.

Bir Çanakkale seyahati sonrası kaleme aldığı bir başka yazısında ise gezi notlarını okuyucusuna şu sözlerle aktarır: “Buradaki Yahudi her yerde gördüğümüz Yahudi’dir. Sinsi, küstah, zelil [alçak], korkak, fakat fırsat düşkünü Yahudi; Yahudi mahallesi her yerde olduğu gibi burada da çığırtkanlığın, gürültünün ve levsin merkezi… Çarşıdaki dükkanların tabelalarını okuyoruz. Onda dokuzu bizi sinirlendiren nankör ve kahpe milletin isimlerini taşıyor. Kuvvetli olduğumuz zaman karşımızda köpekçe yataklanan, bozgun çağlarımızda küstahlaşıp düşmanlarımızla birleşen tarihin bu hain ve piç milletini artık aramızda yurttaş olarak görmek istemiyoruz… Onun mayası Yahudilik, yani kahpeliktir.”

Dönemin bir diğer antisemit fikir önderi Cevat Rıfat Atilhan ise Yahudileri konu ettiği yazılarında, bir yandan Nihal Atsız gibi Yahudileri vatana ihanet etmekle suçlarken, bir yandan da Türkçe konuşmadıkları için yeriyor ve daha da ileri giderek Hitler’in Almanya’da Yahudilere karşı sürdürdüğü antisemit siyaseti örnek alınması gereken bir siyaset olarak göstermekten imtina etmiyordu. Atilhan, Yahudi düşmanlığını o kadar benimsemişti ki 1933 yılında –devlet desteği ile– Almanya’ya yaptığı gezi sırasında ziyaret ettiği bir toplama kampını okuyucularına beş yıldızlı bir otel gibi tarif edebiliyordu: “İçerisi pırıl pırıl temiz, havadar, konforlu ve mükemmel bir otel gibiydi. Müddet-i hayatımda bu kampın mutfağı kadar temiz ve fevkalade bir mutfak görmedim. Sabah kahvaltısı dağıtılıyor, öğle yemeği hazırlanıyordu. Kocaman, her biri iki yüz gramlık ekmek dilimleri üzerine bol tereyağı sürülmüş, her dilimin üzerine belki küçük bir kavanoz reçel sürülmüş dağıtılıyordu. Diyebilirim ki her dilim iki kişinin karnını doyurabilirdi… Birinci sınıf otellerde ancak bu kadar temiz yataklar bulunabilirdi. Geniş bahçede tenis kortları, futbol sahaları vardı. Birçok insanlar neşe içinde vakit geçiriyorlardı.”

Aynı dönemde Mustafa Nermi, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç yazılarıyla ve Cemal Nadir karikatürleriyle antisemit fikirlerin yayılmasına katkıda bulunmuş isimlerdendir. Tüm bu kişilerin kışkırtıcı, Yahudileri ötekileştiren ve düşmanlaştıran yazıları Trakya Olayları’nın gerçekleşmesinde kullanılacak husumet ortamını filizlendirmiştir. Ancak kuşkusuz 1930’lu yılların popüler bir ideolojisi haline gelen antisemitizm ve bu ideolojiye hizmet eden yayınlar tek başına Trakya Olayları’nın yaşanmasına zemin hazırlayabilecek nitelikte değildir. Trakya’da yaşanan olayların organize bir zihniyetin eseri olduğunun en önemli kanıtı İskân Kanunu’dur. Ne tesadüftür ki, söz konusu kanun olayların başlamasından kısa bir süre önce kabul edilmiş ve yürürlüğe koyulmuştur. Kanunun yürürlüğe koyulma çalışması için Trakya’da buraları teftiş ve rapor etmekle görevli bir Umumî Müfettişlik kurulmasına devlet tarafından karar verilmiştir.

İbrahim Tali Bey ve Trakya Umumî Müfettişliği

Söz konusu yıllarda Avrupa’nın tek faşist lideri kuşkusuz Hitler değildir. İtalya’nın faşist lideri Benito Mussolini de 1934 yılının Mart ayında yaptığı bir konuşmada Asya ve Afrika’yı İtalya’nın genişleme alanları olarak tanımlarken, Akdeniz’i ‘bizim deniz’ (mare nostrum) olarak nitelemişti. Bu niteleme Ankara hükümeti açısından açık bir tehdit olarak algılanmış ve en hassas mıntıka olarak düşünülen Trakya’nın olası bir savaş hâlinde düşmanla işbirliği yapmayacak Türkler tarafından iskân edilmesi uygun olacağından iskânı düzenlemek üzere bir müfettişlik kadrosu oluşturularak bu kadroya İbrahim Tali Bey’in atanmasına karar vermiştir.

Kendisine ve vatanperverliğine duyulan güven ile Umumî Müfettişliğe getirilen İbrahim Tali’nin bölgedeki görevi 22 Nisan 1934 tarihinde başlar. Yaklaşık iki ay gibi bir sürede Trakya’da yoğun olarak yaşayan göçmen ve gayri Türklerin nizamî olarak yerleşimi, bölgedeki nüfus gruplarının, yerleşim alanlarının, iş kollarının, ekonominin kimlerin elinde olduğunun tespiti ve raporlanmasını tamamlayan İbrahim Tali, tuttuğu raporlarda Trakya’nın ekonomik hayatında özellikle Yahudilerin önemli bir yer tutmasından şikâyetçi olacaktır. Raporlarda bu şikâyetini, “Trakya Türkü’nü canlandırmak ve iktisadî kalkınmaya mahzar kılmak için iktisadî sahada yapılacak ilk teşebbüs Trakya’nın kazanç ve hayat kaynaklarını sağlam tedbirlerle öz Türk çocuklarına intikal ettirmek ve bütün Trakya piyasalarını Musevi hâkimiyetinden kurtarmaktır” sözleri ile Ankara hükümetine aktarır.

İskân Kanunu ya da Trakya’yı nasıl Türkleştiririz? 

Tali’nin tuttuğu raporların ışığında hazırlanan kanun metni ile Trakya’da Umumi Müfettişlik kurulmasından yaklaşık iki ay sonra 14 Haziran 1934 tarihinde İskân Kanunu kabul edilir. Kanuna göre kendilerini Türk kültürüne bağlı hissetmeyen azınlıklar, asimilasyonun sağlanabilmesi için iskâna tabii tutulacaktır.

Söz konusu kanun üç mıntıka belirler. Bir numaralı mıntıkalar, Türk kültürlü nüfusun tekasüfü (yoğunlaşması) istenilen yerler olarak işaretlenecektir. Hemen bundan sonra bu mıntıka içindeki bölgelerde Türk nüfusunun artırılması için göçmen kabulüne başlanmış olup bunların iskânı yoluyla Türk ırkının güçlendirilmesi, kanunun gerekçesinde özellikle vurgulanan noktalar olarak öne çıkarılmıştır.

İki numaralı mıntıkalar, Türk kültürüne temsili (asimilasyonu) istenilen nüfusun nakli ve iskânına ayrılan yerlerdir. Bu madde ile, anadili Türkçe olmayanların, yani Türk ırkından olmayanların “serpiştirme” suretiyle bu bölgeye dağıtılmaları ve Türk kültürünü benimsemiş olanların arasında kendi kültürlerini kaybetmeleri planlanır.

Üç numaralı mıntıkalar, yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve inzibat sebepleri gereği boşaltılması istenilen ve iskân ve ikametin yasak ilan edildiği alanlardır.

Trakya bölgesini milliyetçi bir zihniyetle Türkleştirmeyi hedef alan İskân Kanunu’nun amacını en açık şekilde gözler önüne seren madde, “Anadili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmelerinin” yasaklandığı 11. maddedir. Devletin toprak bütünlüğüne karşı tehdit olarak gördüğü azınlıkları bu kanun yoluyla asimile etmeyi ve Türkleştirmeyi planladığı aşikârdır. İskân Kanunu, her ne kadar arzu edildiği şekilde uygulamaya koyulamamış olsa da, 1934’te Trakya’da gerçekleşen olaylara yasal bir zemin hazırlamıştır. Aynı zamanda bu kanun, Trakya Olayları sırasında devletin neden sessiz kaldığının, müdahale etmediğinin cevabını da açıkça gözler önüne sermektedir.

1934 Trakya Olayları sırasında

Devlet tarafından ortaya koyulan, açık tehdit niteliğindeki İskân Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden yaklaşık 10 gün sonra, Trakya’da halk tarafından Yahudilere yönelik şiddet, baskı ve gaspa dayalı saldırılar yaşanmaya başlanır. Haziran ve Temmuz aylarında Edirne, Kırklareli, Çanakkale ve Tekirdağ gibi illerde ve bunlara bağlı Uzunköprü, Babaeski ve Gelibolu gibi Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı yerleşim birimlerinde ilçe ve köyler dahil olmak üzere eş zamanlı saldırılar başlar.

Yahudilere ait ev ve işyerlerine saldırılar, hırsızlıklar, gasp, şiddet ve hatta bazı yerlerde tecavüz ve taciz vakaları görülür. Olaylar hemen her yerde tehdit ve saldırı ile korkutarak kaçırmaya yönelik girişimlerden ibarettir. Çoğunlukla evlerin kapısını kırıp giren eli sopalı erkekler evleri yıkıp döker ve para edecek birtakım eşyayı beraberlerinde götürürken ev ahalisini de tehditten geri durmaz. Çoğu tüccar olan Yahudi erkekler için de çalışma hayatında aynı tehdit baş gösterecektir. Dükkânları boykot edilirken, camları kırılır, dükkânlar yakılmakla tehdit edilir, kendilerine mal satılmazken kimileri fiziksel saldırıya uğrar.

Kırklareli’nde bu saldırıların ölçüsü kaçar; bir Haham çırılçıplak soyulmuş bir hâlde bir atın arkasına bağlanarak sokaklarda sürüklenir, karısı ile kızına tecavüz edilir. Başlatılan boykot Yahudi esnafı hedef almakla birlikte Yahudilere ekmek dahi satılmasına engel olmayı da hedeflemektedir. Canları ve namusları tehdit edilen Yahudiler durumun farkına vardıklarında tek çareyi evlerini ve memleketlerini terk etmekte bulur.

Trakya Olayları sonucunda toplam kaç kişinin evlerini bırakarak İstanbul’a, diğer büyük şehirlere ve hatta Amerika ve İsrail’e göç ettiği kesin olarak bugün dahi bilinmemekle birlikte resmi makamlar açıklanan, iç ve dış basında ilan edilen ve araştırmacıların iddia ettiği rakamlar arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır. Olayların yaşandığı 1934 yılında bölgede yaşayan 13.000 kadar Yahudi’den, yerli basın 1500 – 1800 kişi kadarının göç ettiğini söylerken, The New York Times bu rakamı 2000 – 3000 kişi olarak okuyucusuna sunmaktadır. Tarihçi Avner Levi ise bölgede yaşayan 13.000 kadar Yahudi’den 10.000’inin bölgeyi terk ettiğini belirtmektedir. Resmi makamlar tarafından göz ardı edilen ve dolayısıyla gerçek rakamlar hakkında bugün bile net bir bilgi elde edilemeyen Trakya Olayları, Yahudilerin İstanbul’a göçü sırasında İstanbul basınının olaylardan haberdar olması ile açığa çıkacaktır. Konu basına yansıdıktan sonra güvenlik güçlerinin müdahalesiyle olaylar başladıktan yaklaşık 15 gün sonra bastırılır. Yahudilere yönelik şiddet olaylarının ardından devlet duruma el koymuşsa da geç kalınmıştır. Ortalığın sakinleştiğine inanacakları kadar süre geçtiğinde Yahudilerin bir kısmı evlerine geri dönerken bir kısmı ise yaşadıklarının etkisi ile bir daha evlerine geri dönmemek üzere yeni yerlerde yeni bir hayata başlar.

Trakya Olayları’ndan alınan ders

Tüm Trakya’da eş zamanlı olarak Yahudilere karşı gerçekleştirilen olayların kimler tarafından gerçekleştirildiği tespit edilmemekle birlikte, olayların failleri belli ki iddia edildiği gibi birkaç çapulcu değildir. Olayların Trakya’nın farklı bölgelerinde hemen hemen aynı anda başlaması, olaylardan önce tüm şehirlerde Yahudilerin boykot ve tehdit edilmesi, Yahudi aleyhtarı bildirilerin dağıtılması, olayların iddia edildiği gibi rastlantısal olmadığını ispat etmektedir. Bu, planlı ve organize bir eylemdir. Trakya Olayları, Milli İnkılap ve benzeri antisemit yayınların tahrikçi rolü, devlet organlarının resmî uygulamaları ve maşa olarak olayları gerçekleştirmesi için kışkırtılan yerel halk ile sahneye konmuştur.

Trakya Olayları ile devlet bölgeyi ve ekonomisini Türkleştirmeyi hedeflerken, yerel halk ve yönetimler ise birkaç gün içinde planlı bir şekilde gerçekleştirilecek şiddetli saldırıların, ekonomik açıdan iyi konumdaki Yahudilerin aceleyle kaçmalarına yol açacağını ve bu yolla onların varlıklarından maddî kazanımlar elde etmeyi ummuşlardı. Olayların sonucunda bölgenin Yahudilerden arındırılması hedefleniyordu ve hedeflenen bu amaca da uzun vadede ulaşıldı. Arzu edildiği üzere bugün, 82 yıl sonra, tüm Trakya bölgesinde yaşayan Yahudi nüfus iki elin parmaklarını geçmeyecek bir sayıya kadar düştü. Pek çoğu harabe halindeki Sinagoglar kaderlerine terk edilirken, bölgede Yahudilerin adı ve varlığı yalnızca anılarda, sokak adlarında kalabildi. Yahudilere ait mezarlıklar dahi bölgenin pek çok yerinde yok edilmekte, parsel parsel bölünerek elden çıkarılmaktadır. 13.000 Yahudi nüfusunu yok etmeyi başaran bu zihniyet bugün 1492 İspanya sürgününden günümüze Trakya’da kök salmış koca bir tarihi de yok etmeye çalışmaktadır.

Yaşananların ardından Yahudiler derslerini almışlardı. Olaylar sırasında yaşananların tek sebebi kimlikleri idi. Yahudi oldukları için şehirlerinde istenmemiş, saldırıya uğramışlardı. En yakın komşularından, arkadaşlarından iyilik görenler ne kadar azsa, kötülük görenler de o kadar çoktu. Güven duymak söz konusu değildi. Temkinli olmalı ve unutmamalıydı…

(AVLAREMOZ – Işıl Demirel’in Ağustos 2016 tarihli yazısından özetle aktardık – Temmuz 2017)

 

 

 

Bu yazı toplam 4807 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar