1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “1963 çatışmaları ardından ilkokul öğrencileri, Gönyeli mezarlığında ders yapmaktaydı…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“1963 çatışmaları ardından ilkokul öğrencileri, Gönyeli mezarlığında ders yapmaktaydı…”

A+A-

Belgin Demirel

21 Aralık 1963, Cumartesi  günü, Gönyeli İlkokulu’nda, ilk teneffüsümüzde idik. O günlerde 1200’e yakın  nüfusu olan köyümüzün ileri gelenlerinden büyük dayım Fahri Arabacıoğlu, Land Rover marka arazi arabası ile okula gelmişti. Okul müdürümüz Balman Bey ile telaşlı bir konuşmaları vardı.

Zil çalınca sınıfa girdik. Öğretmenimiz, Balman Bey’in eşi Urkiye Mine Balman, bugünlük derslerimize ara veriyor olduğumuzu, sokaklarda oyalanmadan dosdoğru evlerimize gitmemiz gerektiğini söyledi. Benden bir yaş büyük ablam Zehra ve benden iki yaş küçük kardeşim Hülya ile buluşup, yaklaşık bir mil uzaklıktaki evimize,  bütün çocuklar gibi yürüyerek gitmeye başladık. Fakat büyük sınıf öğrencilerinin, “Gavurlar Türkler’i kesmeye başlamış” sözleri üzerine yürüyüşümüz koşuya dönüştü. Evimize varmadan Rumlar’ın gelip, bizi öldüreceği korkusu sarmıştı hepimizi. Ağlayarak eve ulaşıp, annemin eteklerine nasıl sarıldığımı hiç unutmadım. Boyum etek hizasındaydı, çünkü henüz sekiz yaşında ve üçüncü sınıfa yeni başlamış idim.

“Kanlı Noel” olarak adlandırılan iki toplum arasındaki çatışmalar sürerken, 25 Aralık tarihinde, 1960 antlaşmaları çerçevesinde, Kıbrıs’ta Yeralakko (Alayköy) yakınlarında kamplarında bulunan 650 kişilik Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı, kamplarından çıkarak, Gönyeli İlkokulu binasına ve Ortaköy’e yerleşti. Biz okulsuz kaldık.

5-10 gün sonra ilkokul öğrencilerini,  köyün eski mezarlığında topladılar. Her gün okula gider gibi, (şu an Yalçın Park ve Gönyeli Türk Spor Kulübü olan) köyün mezarlığına gidiyorduk. Her sınıf, çember şeklinde toprak zemine oturuyor, öğretmenini dinliyordu. Aramızda bazı arkadaşlarımızın muziplik olsun diye, yağmurlardan yumuşamış toprağı kazıp, kemik çıkardığını dün gibi hatırlarım. Yağmurlu havalarda bizi topluca yolun hemen karşısında bulunan Gönyeli Vatan Sineması’na götürürdü öğretmenlerimiz. Orda başka köylerden köyümüze gelen göçmenler barınmakta idi. Biz öğrenciler sinemaya girince göçmenler, ya gerideki sandalyelere ya da üst kattaki locaya çıkarlardı.

Daha sonra bu sürdürülemez durum sona erdi ve her sınıfı bir yere gönderdiler. Biz üçüncü sınıflar, şimdi Avcılar Kulübü olarak çalıştırılan, fakat o zamanlar tahta kurusu bolluğundan dolayı “Bitli Kahve” olarak bilinen mekanda okuduk. Ertesi yıl, bugünkü Eski Konak Restoran’ın karşısına düşen Çavuş Bar’da dördüncü yılımızı tamamladık. O yıllarda Boğaz Sancağı’nda görevli “Fırtına” kod adlı komutan, ilk durağımız olan eski köy mezarlığını, köyün mücahitlerini görevlendirerek, Gönyeli Türk Spor Kulübü’ne dönüştürdü. Kulübün geniş bahçesinin bir bölümü, daha sonra 63 Aralık ayında, Aya Marina adlı karma köyde ilkokul öğretmenliği yaparken şehit edilen babamın amcasının oğlu Mustafa Yalçın’ın anısına, Yalçın Park olarak değiştirildi.

Kulüp bitince, bizim de mezarlık-sinema-kahve-meyhane serüvenimiz bitti ve beşinci ile altıncı sınıfları kulüp binasında okuduk.

1967-68 ders yılında Lefkoşa Türk Kız Lisesi’nin orta bölümüne geçtim. Kız Lisesi, şimdi Selen Otopark olan alanda ve yetersiz bir bina idi. Buna da çözüm üretilmişti; lise sınıfları sabah, orta sınıflar ise öğleden sonra gidiyordu okula. İki yıl böyle devam ettikten sonra, yine mezarlıktan okula dönüştürülen, Girne Kapısı’nın karşısındaki binalara taşındık. 1969-70 ders yılında, 3D olarak, artık kalıcı bir adrese ulaşmıştık. 1973’te mezun olana kadar, bu binada ve normalleşen bir düzende okuduk.

İlkokulda, her türlü pedagojik yaklaşımdan uzak, travmalarla süren eğitim hayatım, o dönemlerde Kıbrıs’ın en iyi eğitim yuvası olan Lefkoşa Türk Kız Lisesi’nde kıymetli hocalar sayesinde iyi bir şekilde son buldu.

Virüs nedeniyle, ama daha çok da iktidarın iktidarsızlığı yüzünden çok bilinmezli bir yapıya dönüşen günümüz eğitimi, bana bu yaşadıklarımı anımsattı.

Ne diyeyim? Herkese sabır dilemekten daha fazlası gelmiyor elimden...

belgin-demirelin-bir-ilkokul-fotografi.jpg


“Gelinimin nenesi, Omorfo’ya taşındığında, duvardaki fotoğrafları indirmemişti… Ta ki Kıbrıslırum ev sahipleri gidip bu resimleri alıncaya kadar…”

Rule Rules, geçtiğimiz günlerde gelininin ninesinin fotoğrafını paylaşarak sosyal medyada şöyle yazdı:

“Öncelikle benim bir Kıbrıslırum olduğumu söyleyerek söze başlayayım. Benim gelinim ise Kıbrıslıtürk’tür… Sizinle paylaşmak istediğim şey, gelinimin Kıbrıslıtürk nenesinin öyküsüdür.

1974’te Kıbrıs işgal edildikten sonra memleket parçalanmıştı. Nene, Kıbrıslırum komşularından ayrı düşmüş ve bir Kıbrıslırum aileye ait bir eve yerleştirilmişti. Duvarlarda hala Kıbrıslırum ailenin fotoğrafları vardı ve tüm eşyalar da o aileye aitti.

Nene, bu fotoğrafları duvardan indirmeyi reddetti, evde herhangi bir değişiklik yapmayı reddetti, evin eşyalarından herhangi birisini atmayı ya da değiştirmeyi de reddetti, umudu bir gün o Kıbrısırum ailenin evlerine geri dönmesi idi…

O gün geldi ve barikatlar açıldı.

Kıbrıslırum aileden kadın evlatlarıyla birlikte evine gitti. Ne yazık ki eşi vefat etmişti fakat fotoğrafların hala duvarda durduğunu ve eşyaların da tam olarak neredeyseler, orada durmakta olduklarını görünce gözlerine inanamadı – Nene, bu ailenin bir gün bunlar için geri döneceği umudunu asla yitirmemişti…

Gelinimizin nenesi inanılmaz bir insandır ve hepimize harika bir örnek oluşturmaktadır. Nene, Lefke’den Omorfo’ya götürülmüştü ve Omorfo’da bir eve yerleştirilmişti. Nenenin adı Meryem Özfırat’tır – evlilikten gelen soyadı ise Akerson’dur…”

nene.jpg


“Dört Anne” savaşa karşı…

Murat TÜRKER

Binlerce kurban vermiş, savaş yorgunu bir ülke...

Yıllara dayanan süreçte fedakârlığa zorla dayandırılmış bir toplumsal değer ve inançlar sistemi...

Nesiller boyunca çocuklarını sorgulamadan savaşa yollayan ve kendileri için başkaları tarafından biçilmiş rolleri oynayan anneler...

İsrail'in prestijli belgesel festivali Docaviv'in bu seneki programında yer alan "Four Mothers" (Dört Anne) başlıklı belgesel ataerkil düzene her şeye rağmen meydan okumayı başarmış kadınlara odaklanıyor. Son zamanlarda liderliği geniş kitleler tarafından protestolarla iyiden iyiye sorgulanan Netanyahu'yu bir ara koltuğundan eden anti militarist annelerin direnişi takdire şayan.

Film bildik belgesel diline dayandırılmış olsa da, çocuklarını beyhude bir savaşta kaybetmek istemeyen annelerin etkili ifadeleri seyirciyi hemen kavrayıp sarsıyor. Askerlik görevini yerine getirdikten sonra çocuklarının eve sağlıklı ve tek parça dönmesini istemenin her annenin hakkı olduğu belirtilirken, biz mevzuyla alakalı kalıplaşmış düşünce yapısının sarsılışına şahit oluyoruz.

Yönetmenliğini Rephael Levin ve Dana Keidar Levin'in üstlendiği 79 dakikalık belgesel yakın coğrafyayı yıllarca çalkalamış, İsrail'in Güney Lübnan işgaline kesinlikle faklı bir bakış atmamızı sağlıyor.

 

"Çocuklarımız değerli"

Belgeselin başında maziye dönerek kahramanlarımızdan birinin oğlunu Peru'da doğurmasından hemen sonrasına dair anlatıya kulak veriyoruz. Doğumu kutlamak üzere düzenlenen coşkulu toplantıda hazır bulunanlardan biri bebeğe eğilir: "Orduya hizmet edecek ne tatlı bir bebek!" Küçücük bir çocuk hakkında böyle bir ifade kullanılması anneyi önce fazlasıyla şaşırtır, sonra bebeğini yanına alarak toplantıyı hızla terk etmesine sebep olur.

Bir diğer anne bize oğlu doğduktan iki ay sonra televizyonda Mısır lideri Enver Sedat'ın İsrail'e tarihî ziyaretini izlediğini aktarır. Kucağındaki bebeğe "Barış döneminde doğdun evladım, savaşlara tanık olmayacaksın" dediğini, onu emzirirken aynı zamanda mutluluk gözyaşları döktüğünü hatırlar; barış kelimesini defalarca tekrarlayarak onu adeta bir mantraya dönüştürdüğünü anlatır.

Aradan yıllar geçtikten sonra İsrail'de birçok kadının geç de olsa askerlik kurumunu sorgulamasına neden olan, "Ordunun hizmetindeki anneler" başlıklı bir makalenin ta kendisidir. Bir kibutzun gazetesinde yayımlanan Eran Shahar imzalı yazı, bilhassa altı tank teçhizatıyla donatılmış bir puseti iten anne deseniyle dikkat çekmiştir.

"Bir ritüel olarak yüceltilen askerlikte, nesilden nesile çocuklarını militarizmin sunağında kurban etmek için büyütenler..." gibi ağır ifadeler birçok annenin duygularına tercüman olmuş, öylesine cüretkâr düşüncelerin ifade edilebilmesi bazılarına ilham ve cesaret vermişti. Eran Shahar'la irtibata geçen ilk dört anne sonradan geniş kitlelere yayılacak bir hareketin tohumunu ekmiş oldular. "Bizi harekete geçmeye iten dökülen kanın çokluğuydu!"

 

Ataerkil rejim rahatsız olunca...

İsrail Güney Lübnan'da adeta bir bataklığa saplanmıştır, anlamını çoktan yitirmiş savaş neredeyse her gün yeni kurbanlar almaktadır; protestolarını düzenli olarak sürdüren kadınlar önce çevreleri hatta aileleri tarafından dışlanırlar. Hükümet de duyduğu rahatsızlığın sonucunda, sansasyonel militarist propagandaları çerçevesinde annelere cephe alarak askerlerin moralini bozmakla onları itham eder.

Dört Anne hareketinin mensupları arttıkça lanetlenir, düşmana karşı ülkeyi güçsüz pozisyona düşürdükleri, askerlerin motivasyonunu zayıflatarak onları tehlikeye attıkları iddia edilir. Savunma Bakanı'nın yardımcısı annelerden birini bizzat telefonla arayarak ayağını denk alması için tehdit eder, askerdeki oğlunun tehlikede olduğunu ima etmekten de geri durmaz.

Yine annesi Dört Anne grubundan, askerlik görevini ifa etmekte olan genç bir erkek iki arkadaşının ölümünden sorumlu tutulur, annesinin etkisinde kalarak çatışmada gerekli cesareti gösteremediğinden dem vurulur.

Başlarda ciddiye alınmayan annelerin sesi geniş kitlelerce duyulmaya başladığında devlet bel altından vurmakla meşguldür; amaçları annelerin imajını yıpratarak onları yıldırmaktır.

 

Savaştan medet uman Netanyahu

Rüşvet, dolandırıcılık ve emanete hıyanet gibi suçlamalara rağmen günümüzde iktidardan bir türlü vazgeçemeyen uzatmalı lider Netanyahu 2000'lere yaklaştıkça bu anlamsız savaşın ona oy kaybettirdiğini anlamaya başlar. Sayısız askerin yanında bir general, inatla oluşturulmaya çalışılan tampon bölgede öldürülünce ibre rakibi Ehud Barak'tan yana dönmüştür; dönekliğini afişe edecek şekilde çekilmeden yana tavır koysa da Netanyahu, ilk seçimleri kaybedecektir.

Bu arada Dört Anne günah keçiliğinden, hayranlık ve takdir uyandıran bir hareket haline gelir. Ne de olsa savaşta kaybedilen her asker için yaptıkları anma törenini daha önce açık açık aleyhlerinde konuşmuş general için de gerçekleştirirler. Tercihlerini ölümden değil de hayattan yana yaptıkları zaten başından beri bilinmektedir.

Askerlerin moralini bozmanın yapılabilecek en kötü şey olarak algılandığı bir memlekette annelerin zaferi geç de olsa ilan edilir, çünkü birlikler geri çekilmiştir. Sürekli endişe içinde geçirilen zamanlar en azından bir süreliğine geride kalır; aslında askerlik yapanlar arasında fark gözetmeyen ve dualarını hepsinden esirgemeyen vefakâr kadınlar rahat bir nefes alır.

 

İbretlik belgesel

Bir solukta izlenen ibretlik belgeselde birbirinden ilginç olay ve dinamiklere peş peşe şahit oluyoruz.

Kameraya konuşan Dört Anne'den biri 73 askerin ölümüyle sonuçlanan helikopter kazası haberini aldıktan sonra belirsizlik içerisinde beklediğini hatırlıyor. O anda genç olmanın ne kadar tatlı bir duygu olduğunu, hayatların böyle harcanmaması gerektiğini düşündüğünü, sonra oğlu telefon açtığında gözyaşlarına mani olamayınca oğlunun ona "Niye ağlıyorsun, ben hayattayım ya!" dediğini belirtiyor. Kadın oğlunun bu ifadesini, "Sanki ancak oğlunu kaybettiysen ağlamana izin var!" şeklinde yorumlar.

Bir diğer anneye eşi olduğunu tahmin ettiğimiz kişi "Şu öldü, bu öldü, şimdi oğlumuzu feda etmenin vakti geldi" dediğinde boydan boya ürperdiğini, "İlle de birini feda etmemiz mi gerekiyor?" diye tepki verdiğini anımsıyor.

Sokakta protestolarını sürdürürken onlara bağırarak "Mutfağınıza dönün!" gibi cinsiyetçi tepkiler gösterenlere, "Kocam evde, o yemek pişiriyor!" diye cevap verenleri de anıyoruz film vesilesiyle.

Annelerin suçlandığı duygusal yaklaşımdan öte, çözümsüz meseleye geniş açıdan bakan, stratejik ve teknik donanımlı bir hareketti Dört Anne. Olaya başlarda ancak annelerin bakabileceği bir noktadan bakmışlar, bir tanesinin ifade ettiği şekilde "rahimden güç alan bir çığlık"tan yola çıkmışlardı. Fakat iktidarın ve ordunun "Lübnan Yalanı"na karınları toktu; emekli askerlerden de tüyolar alarak tezlerini sağlam zeminlere oturtmuşlar, bu yüzden de inatla savaşı sürdürmekten yana olanların sinirlerini bozmuşlardı.

Günümüzde de mütemadiyen savaşmakta beis görmeyen İsrail'de, barıştan yana muhalefetin sesini hâlâ duyurabildiğine dair cesur bir belgeselle daha karşı karşıyayız. Üstelik filme destek verenler arasında İsrail Kültür ve Spor Bakanlığı bile var; bu da ülkede cüzi de olsa bazıları için demokratik hakların geçerli olduğunun kanıtı.

Ya Dört Anne hareketine saygı göstergesi olarak memlekette bir heykel dikilmiş olmasına ne demeli?

Netanyahu'nun suçlarını örtbas etmek için İsrailli Yahudileri kökenlerine göre ayırarak resmen bölücülüğe soyunduğu bir dönemde böylesine belgeseller daha da fazla değer kazanıyor.

Çatışmaların, savaşların, işgallerin, adaletsizliklerin sona erip eşitlikçi politikaların uygulamaya konması İsrail'de, en azından bir kesim tarafından sabırla bekleniyor ve uğruna sebatla çalışılıyor; bize de yakın komşular olarak bu çabaları takdir etmek düşüyor.

Yorgun askerlerin yıllarca işgal ettikleri topraklardan kurtulmanın sevinciyle, neşeli şarkılar söyleyerek İsrail'e çekildikleri anlarda kameraya konuşan gencecik bir erkeğin sözleri seyirciyi son bir kez duygulandırıp filme son noktayı koyuyor:

- Lübnan'dan içinde en çok hangi anılar kalacak?

- Orada ölen arkadaşlarımın hatırası!

(BİANET.ORG – Murat TÜRKER – 5.9.2020)

DEVAM EDECEK

Bu yazı toplam 2104 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar