2015’de Neler Olacak
Sürekli okurlarım bilir, her yılın son yazısını bir sonraki yıl olacaklar konusundaki “öngörülerime” ayırıyorum…
Her yıl sona ererken, o yılın “olayları” çarşaf çarşaf gözler önüne dökülür; gelecek yeni yılın neler getireceği üzerine falcılar, kahinler Felaket/Kıyamet ağırlıklı senaryolarını sıralayıp durular…
Son altı yıldır, ben de (kendimce) “ÖNGÖRÜLER”imi yazıyorum… Bu yıl da bu geleneği sürdürmek için bilgisayarın başına oturdum…
Daha dün, erken kaybettiğimiz Ahmet Ulaş dostumu uğurladık dün…
Başımda bir ağırlık; ölüm zonkluyor şakaklarımda…
“Ecemiş Fay hattında beklenen kırılma! Fay hattının üstündeki Akkuyu’ya kurulan Nükleer santral, çalışmaya başlamadan yıkılacak, on binlerce ölü ve yaralı…”diye yazıyorum; yüreğim sızlıyor… Bu kadar da “ŞOM ağızlı!” olunmaz ki diyorum; basıyorum “Delete” düğmesine…
“İŞİD Türkiye’nin birçok büyük şehrinde aynı anda intihar saldırılarında bulunacak; binlerce insan…” diye yazıyorum; parmağım yine aynı düğmede…
“Akdeniz’de sürdürülen Petrol/doğal gaz arama çalışmalarından ötürü yaşanan gerginlik bölgesel sıcak savaşa dönüşecek; binlerce insan…” diye…
“Küresel ısınmanın etkisini daha güçlü hissettireceği 2015 yılında, doğal felaketlerden; salgın hastalıklardan ve açlıktan on binlerce insan…” diye yazıyorum sonuç yine değişmiyor…
Gün boyu yazıp silmekten yorgun düşüyorum… Bir türlü geçmeyen gribin etkisiyle yorgunluk daha da ağırlaşıyor… Erkenden yatağa atıyorum kendimi… Ateşim çıkacak belli; üşüyorum… Yorgan, battaniye ne varsa üstüme atmışım… Göğsümü bastıran ağırlık gittikçe artıyor…
Fırtına ve şiddetli yağmurdan göz gözü görmüyor… Koyu karanlık içinde güçlükle adım atıyorum… İlk gördüğüm karaltıya doğru koşuyorum…
İki abanoz kanatlı devasa bir kapı…
Tükenmeye yüz tutmuş gücümü toparlayıp, yumrukluyorum kapıyı…
Boğuk öksürüklerle oldukça yaşlı bir ihtiyar açıyor kapıyı… Titreyen elindeki gece kandilini yüzüme doğru kaldırıp; kim olduğumu sorgulayan bakışlarla bakıyor…
- İçeri girebilir miyim, iliklerime kadar ıslandım da…
- Gel, bak köşede bürüncük bir çarşaf var git gurula gendini…
Yağ tenekesinden bozma mangalda çıtırdayan kömürler, daha davetkar görünüyor gözüme; soluk soluğa içime çekiyorum o tatlı sıcaklığı… Yaşlı adam, ağır adımlarla arkamdan gelip çarşafı atıyor omuzlarıma…
-Kimin, nesising, ay oğlum? Bu ayazda ne aran sokakta?
-Kusura bakma dede, ararken yolumu şaşırmışım?
Derin bir ah çekiyor…
-Aşkı mı aran?
-Yok dede, ne aşkı, bizden geçti artık… Ben, gelecek yıl neler olacağını arıyorum…
- Vah, vah!.. Bu yaşda araycak başga şey bulamadıng?..
Demir karyolasının kenarına oturup acıyan bakışlarla süzüyor beni… İçim ısınmış; titremeler kapının (kapıların demeliyim aslında, bu yüksek tavanlı odanın diğer tarafında da aynı büyüklükte bir kapı var. Yoksa burası…) dışında kalmış… İyice kendime geliyorum… Evet, evet burası orası; Girne Kapısı! Yatağın kenarında oturup, sırtını taş duvara yaslayan, bu yaşlı adam da, Horoz Ali dedemden başkası değil…
İyi de; ben burada ne arıyorum; hangi yıldayız? Kafam iyice karışıyor…
-Kimlerdensing ay oğlum sen, sıman yabancı gelmez?
- Ver elini öpeyim dede, ben torunun Hüseyin Emir Ahmet’in torunuyum…
Kuşağından çıkardığı mendiliyle heyecan ve yaş dolan gözlerini siliyor; elini yatağın kenarına vurup, yanına oturmamı istiyor… Zaten dizlerimin bağı çözülmüş, hemen çöküyorum yanına… Elini şefkatle omzuma atıp; sırtımı sıvazlıyor…
-Eee, anlat bakalım, napar bizim hayırsız keratalar?
- Herkes iyidir dede, Halil İbrahim torunun senin rekorunu kırmaya uğraşır…
- O güçüklüngden beri hep öyle fasariyaydı zati… Adam bile bıçakladıydı… Benim o beytambalı gırmaya uğraşması normaldır anaycağın…
Neysa, gonuşmaya daldıg, senin derdini unutddug… Geldiğinde bir şeycik sayıklardın; söyle bakayım nedir, seni buralara getiren o dermansız dert?
-Sene bitiyor dede, bir yazı yazmam gerek, gelecek yıl ne olacak diye; bir türlü yazamıyorum…
Yine o acıyan bakışlarla bakıp; soluklana soluklana başlıyor anlatmaya…
-Bak, aglını zorlayan torunum, sen hele bir uzan buracığa; dinlenmeng lazım… Ben da ağnadayım sana nolacağını…
Aha bu kapudan, bu cezireden yedi düveli zabdedmiş Osmanlı geldi geçti… Şimdi, develer yükü altın şilinlerle bizi satın aldığını zanneden İngiliz oyalanır buracıkda…
Ama bilin, bu dünya sultan Süleyman’a galmamış; ona mı galacak? Alaman geçen defa beceremedi ama bu defa dürecek onun da defterini; bak göreceng…
Hepsimiz topraktan geldik; gene ona gideceyik… O şu bizim olsun diye gavga eddiğmiz o toprak var ya; aha ona…
O üleşemdeğimiz toprağın, bir parçası olacayık annayacağın…
Bu acun, rahat durmayan; her gün fasariya çıkaran Ademoğluna öğle bir ders vereceg ki; ne Nuh gurtarabilecek; ne da Hz. Ali, bu defa gendilerni…
UYUYORMUŞUM; UYANDIM!...