1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. 28 Temmuz Genel Seçimlerinde Göze Çarpanlar
28 Temmuz Genel Seçimlerinde Göze Çarpanlar

28 Temmuz Genel Seçimlerinde Göze Çarpanlar

28 Temmuz Genel Seçimlerinde Göze Çarpanlar

A+A-

Ali Dayıoğlu
[email protected]

28 Temmuz erken genel seçimlerinin üzerinden kayda değer bir zaman geçmesine rağmen, televizyonlarda, gazetelerde, sosyal medyada ve dost meclislerinde seçim sonuçlarıyla ilgili tartışmalar hız kesmeden devam ediyor. Bu tartışmalar, seçimin gerçek galibinin CTP-BG mi, yoksa DP-UG mi (aslında UG yerine, Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’ndan mülhem DE kısaltmasının kullanılması daha uygun düşerdi!) olduğundan, Cumhuriyet Meclisinin yeni üyelerinin iş görmez durumda bulunan Parlamento’yu işler hale getirmeyi başarıp başaramayacaklarına kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Bu yazıda bunları aktarmak yerine, seçim sürecinde partilerin ortaya koydukları görüşleri tartışmak ve yaşananlarla ilgili gözlemlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Öncelikle dış ilişkiler meselesini ele alalım. KKTC uluslararası alanda tanınan bir devlet olmadığı için, hâliyle burada kastedilen Kıbrıs sorunu ve Türkiye’yle ilişkilerdir. Bilmiyorum sizin de dikkatinizi çekti mi, seçim sürecinde üzerinde en az durulan konuların başında Kıbrıs sorunu gelmiştir. Kıbrıs sorununun çözümleneceği yönündeki inancın erozyona uğramasının dışında, bu durumun başlıca nedenleri, içteki sorunların giderek artması ve Türkiye’yle zaten eşit düzeyde yürümeyen ilişkilerin 2009 seçimlerinde UBP’nin tek başına iktidara gelmesiyle daha da eşitsiz bir hâl almasıdır. Muhalefette olduğu dönemde Annan Planı nedeniyle AKP Hükümetiyle arası hiç de iyi olmayan UBP’nin, hükümete geldikten sonra iktidarını sürdürebilmek için bu partiyle ilişkilerini hızla düzeltmeye çalışması, bunun için de AKP Hükümetinin her istediğini yapar duruma gelmesi ikili ilişkilerin ast-üst karakterini daha da güçlendirmiştir. Bu durumu kanıtlayacak çok sayıda örnek vermek mümkünse de (trajikomik olduğundan, bunlar arasında en çarpıcı olanı bence 7,5-8 meselesidir!), propaganda sürecinde bunlardan özellikle “2013-2015 Ekonomik ve Mali İşbirliği Protokolü” üzerinde durulmuştur.


2013-2015 Ekonomik ve Mali İşbirliği Protokolüyle İlgili Tartışmalar ve Uluslararası Hukukta Konuyla İlgili Kurallar
Türkiye’nin KKTC üzerinde kurduğu vesayet düzeninin son somut örneği olarak gösterilen Protokol’le ilgili olarak ana tartışma konusunu, Protokol’ün uygulanmasına devam edilip edilmeyeceği oluşturmuştur. UBP, Protokol’ün aynen uygulanacağını, CTP-BG ile DP-UG değiştirileceğini, BKP-Toplumsal Varoluş Güçleri ise reddedileceğini açıklarken, kimi TDP yetkilileri Protokol’de değişiklik istediklerini, kimileri de Protokol’ün tümden reddedilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Burada ilginç olan husus, antlaşmaların uygulanmasının durdurulması veya hükümlerinin değiştirilmesi gibi uluslararası hukukun çok önemli konularının, birkaçı hariç, televizyon programlarına katılan adaylar tarafından sıradan ve çok kolay halledilebilecek bir meseleymiş gibi ele alınmış olmasıdır. Oysa durum böyle değildir. Bir antlaşmanın uygulanmasının tek taraflı olarak durdurulması meselesine bakıldığında, uluslararası antlaşmalar hukukunda pacta sunt servanda’nın (ahde vefa) ana ilkeyi oluşturduğu görülmektedir. Devletlerin imzaladıkları antlaşmalara uymakla yükümlü olduklarını belirten bu ilke, uluslararası hukuka saygının ve devletin devamlılığının gereği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu ilkeye rağmen, bir taraf devlet fesih ve vazgeçme yollarından birini kullanarak antlaşmaya artık bağlı olmayacağını bildirebilir. Çeşitli koşulların yerine getirilmesi suretiyle kullanılabilecek bu yolların KKTC’nin uluslararası alanda tanınmaması ve TC’ye ekonomik bakımdan bağımlı olması nedeniyle 2013-2015 Ekonomik ve Mali İşbirliği Protokolü bakımından uygulanabileceğini düşünmek hayalcilik olur. Bu durumda Protokol’ün hükümlerinin değiştirilmesi, tek çözüm yolu olarak karşımıza çıkmaktadır. Buradaki temel koşul, değişikliklerin tarafların rızaları ile yapılmasıdır. Dolayısıyla, Protokol’de yapılmak istenilen değişiklikler konusunda Türkiyeli yetkililerin ikna edilmesi, bunun için de amaçlanan değişikliklerin gerekçelendirilmesi gerekmektedir. Böyle bir girişim Kıbrıslı Türkleri alçaltmayacak, tam aksine, Ekonomik ve Mali İşbirliği Protokolü ile somutlaşan dayatmacı anlayışı ortadan kaldıracaktır.
Vesayet Rejimini Benimseyenler/Karşı Çıkanlar ile Kıbrıslı Türklerin Özne Olmasını Önemseyenler/Önemsemeyenler
Ekonomik ve Mali İşbirliği Protokolüne yönelik olarak siyasal partilerin yukarıda değindiğimiz tavırları, Türkiye’yle sürdürmek istedikleri ilişki biçiminin göstergesini oluşturmuştur. Vesayet rejimini benimsemenin dışında, UBP’nin Kıbrıslı Türklerin ülkelerinde özne olmalarını umursamayan ve kendisini Türkiye’yle olan ilişkileri üzerinden var etmeye yönelik politik tavrı, adaylarının seçim broşürlerindeki özgeçmişlerinde de yansımasını bulmuştur. Örneğin bir UBP adayı, dağıtılan broşürlerde yer alan özgeçmişinin hemen ikinci cümlesinde, “UBP’li rahmetli (…)’nın oğludur” ifadesini kullanmakta bir çekince görmemiştir. Bahsi geçen adayı tanımıyorum. Belki de çok yetenekli, topluma büyük faydası dokunabilecek birisidir. Fakat, bireysel özelliklerinden önce rahmetli babasının UBP’li olduğunu belirtmesi, dolayısıyla da kendisini rahmetli babası üzerinden var etmeye çalışması, partisinin zihniyetinin bir tezahürüdür.
Türkiye’yle ilişkiler tabii ki hayati önemdedir. Ama ilişkilerin, yukarıda da değinildiği gibi, ast-üst şeklinde devam etmesi mi gerekir? İlişkileri “Anavatan-Yavruvatan” boyutundan çıkarıp, eşit iki devlet düzeyine çekmenin daha fazla yarar sağlayacağı görülmüyor mu? “Türkiye’den mali yardım gelsin de nasıl gelirse gelsin, hangi diyet ödenecekse ödensin” şeklindeki bir anlayışın Kıbrıslı Türklerin önemli bir bölümünü rahatsız ettiği yeterince anlaşılmadı mı? UBP’nin seçimlerde tepetaklak olmasının gerisinde çok çeşitli nedenler yatmakla birlikte, bunların en önemlisini Kıbrıslı Türklerin ülkelerinde özne olmak istemeleri ve vesayet düzenine tepki göstermeleri olduğu görülmedi mi? Umarım bu durum UBP’li yetkililerin yanı sıra Türkiyeli yetkililerce de artık açık şekilde idrak edilmiştir. Bu ilişki biçimi devam ederse, getireceği olumsuzluklara fazla aldırmadan önlerine getirilecek bir çözüm planına Kıbrıslı Türklerin evet demeleri sürpriz olmayacaktır.      
Karma Oy Tartışmaları
Propaganda süresince gündemi meşgul eden konulardan birini de, özellikle Toparlanıyoruz Hareketinin seçimlerde mühür yerine karma oy kullanılması yönünde yaptığı çağrı oluşturmuştur. Karma oy kampanyası, siyasi partilerin icraatlarına tepki gösteren ve milletvekillerinin önemli bir bölümünün Parlamento oturumlarına katılmamalarından ötürü Parlamento’nun yasama ve denetim görevlerini yerine getiremediğini gören halkın kayda değer bir kesimi tarafından desteklenmiştir. Aslında, bugüne kadar partilerin ve siyasilerin sergiledikleri olumsuz tablo göz önünde bulundurulduğunda, seçmenlerin bu tavrını anlamak mümkündür. Bununla birlikte karma oyun, vatandaşları apolitik bir pozisyona itebileceğini, seçmenlerin oylarını partilerin programlarına değil, günün birinde işlerinin düşebileceği dost ve akrabalarına yöneltmelerine neden olabileceğini de akılda tutmak gerekmektedir. Böyle bir durum, programların değil kişilerin öne çıkacağı, böylece ideolojilerin işlevsizleşeceği bir ortamın doğmasına vesile olabilecektir. Bu noktada, “zaten günümüzde ideolojilerin geçerliliği kalmamıştır” diyenleri duyar gibiyim. Oysa bu kişilerin göz ardı ettikleri çok önemli bir husus, diyalektik gereği ideolojilerin asla yok olmayacağıdır. Zaten olmaması da gerekir. İdeolojisizlik, bir geminin rotasız seyahat etmesi gibidir. İdeoloji olmadan nereye varacağınız belli değildir. Bugün bazı kişilerin ideolojilerin ortadan kalktığından söz etmeleri, bir ideolojiden diğerine geçiş yaşanmasından dolayıdır. Malum, geçişler net olarak görülemez.
Bununla birlikte, bu sakıncaları ortadan kaldırmak için, bazı kesimlerin savundukları gibi, karma oyun yasaklanması taraftarı değilim. Bu şekilde oy kullanmak isteyen kişilerin haklarına saygı gösterilmesini savunmaktayım. Hatta bu seçimlerde yoğun şekilde karma oy kullanılmasının, gelecekte programlarını doğru düzgün yapıp bunları uygulama konusunda partileri teşvik edeceğini, milletvekili seçilenleri de görevlerini daha disiplinli şekilde yerine getirmeye zorlayacağını düşünmekteyim. Yine de son tahlilde, karma oyun sakıncalarının sağladığı/sağlayacağı faydadan daha fazla olduğuna inanmaktayım.
Bu arada, partilere yalnızca mühür vurulup adaylar arasında tercih yapılmamasının da doğru bir yöntem olmadığını söylemem gerekiyor. Seçmenlerin parti yetkililerinin veya delegelerin belirleyeceği listeye bağlı kılınmalarının demokratik olmadığını düşünüyorum. Kanımca, en politik ve doğru yöntem “mühür artı tercih”tir.
Liste Savaşları
Bununla birlikte, seçim süresince birçok aday veya aday grupları arasında liste savaşı yaşandığını, seçilebilmek için adayların birbirlerini “kesmeye” çalıştıklarına tanık olunduğunu belirtmek gerekiyor. Bu durumun, kişisel çıkarların değil, parti ve toplum çıkarlarının savunulduğunun iddia edildiği sol partilerde, bu arada da solun en büyük partisi CTP’de de söz konusu olması ciddi tepki yaratmıştır. Geçmişte de liste savaşları yaşanmışsa da, bu seçimlerde meselenin iyice cılkı çıkmıştır. Birlikte broşür dağıtan, köy gezilerine ve mitinglere katılan adaylar, seçilebilmek için bir yandan seçmenlere gülücükler dağıtırlarken, aynı anda da yanlarındaki arkadaşlarına nasıl çelme takacaklarının hesabını yapmışlardır. Üstelik bazıları, partilerinin milletvekili kaybedeceğini bile bile, sırf kendileri kazanabilsinler diye bu “derin çalışmayı” diğer partilere mensup adaylarla birlikte yürütmüşlerdir. Yalnız bunları, seçim yarışını şerefiyle yürüten, böyle tezgâhlara tenezzül etmeyen adayları tenzih ederek söylüyorum. Beklentim, bu gibi ahlâklı politikacıların sayısının giderek artması, böylece “mühür artı tercih” yönteminin layıkıyla uygulanmasıdır.
Seçim Sürecinde Temel Sorunlara Yeterince Yer Verilmemesi
Ülkenin ana sorununu, devlet kurumlarının işlememesi, yasaların uygulanmaması, yargı kararlarına uyulmaması, Sayıştay kararlarının göz ardı edilmesi gibi nedenlerden ötürü devletin işlevsiz hale gelmesi oluşturmakla birlikte, birkaç aday hariç, kimse bu önemli meseleyi gündeme getirmemiştir. Tartışmalar daha çok, hangi partinin iktidarı döneminde nelerin daha fazla yapıldığı, otellerdeki yatak ve üniversitelerdeki öğrenci sayısının artıp artmadığı, yapılan otellerin ülke ekonomisine ne kadar katkı sağladığı, dış sermayeyle yapılan tesislerde vatandaşların istihdamlarının oranının ne kadar olduğu gibi konular üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunlar tabi ki çok önemli ve tartışılması gereken konulardır ama, asıl üzerinde durulması gereken husus, devletin nasıl işlevsel hale getirileceğidir. Devlet organlarının gerektiği gibi çalışmadığı bir ülkede, yatırımların nasıl, hangi koşullarda ve amacına uygun olarak yapılıp yapılmadığını denetlemeniz mümkün olamayacağı gibi, ülkenizle ilgili dıştan, tepeden inmeci bir şekilde alınan kararlara da direnmeniz mümkün değildir. Dolayısıyla, Cumhuriyet Meclisinin anayasa değişikliği konusunu bir numaralı gündem maddesi olarak benimseyip mesaisini özellikle buna harcaması, başta kendisi olmak üzere devlet organlarının hızlı ve verimli şekilde çalışabilmesi için gerekli değişiklikleri ve düzenlemeleri yapması gerekmektedir.

Bu haber toplam 1251 defa okunmuştur
Gaile 226. Sayısı

Gaile 226. Sayısı