3. Ölüm Yıldönümünde, TANER BAYBARS
(18 Haziran 1936-20 Ocak 2010)
1955 yılında Kıbrıs’tan ayrılıp bir daha hiç geri dönmeyen Taner Baybars 20 Ocak 2010’da, kansere yenik düşüp, Fransa’da yaşamını yitirdi.
Kuşkusuz Kıbrıs’tan çıkan en büyük şairlerden biri olar
(18 Haziran 1936-20 Ocak 2010)
1955 yılında Kıbrıs’tan ayrılıp bir daha hiç geri dönmeyen Taner Baybars 20 Ocak 2010’da, kansere yenik düşüp, Fransa’da yaşamını yitirdi.
Kuşkusuz Kıbrıs’tan çıkan en büyük şairlerden biri olarak kabul görüyordu daha hayattayken. (Hem kuzeyde, hem güneyde.)
Ocak 1954’te Lefkoşa’daki Çardak Yayınları’ndan çıkan, 1951-1953 yılları arasında yazmış olduğu şiirlerden oluşan ilk şiir kitabı ‘Mendilin Ucundakiler’den sonra, toplam 7 kitap yayımladı İngilizce olarak.
5 şiir ‘To Catch a Falling Man - 1958-1963’ (Gökten Düşen Adamı Tutmak) (1963), ‘Susila in the Autumn Woods - 1972’ (Susila Sonbahar Korusunda) (1974), ‘Narcissus in a Dry Pool – 1965-1978’ (Nergis Susuz Göl İçinde) (1978), ‘Pregnant Shadows – 1978-1981’ (Gebe Gölgeler) (1981), ‘Tilki ve Beşik Yapanlar 1990-1991’; 1 roman ‘A Trap for The Burglar’ (1965); 1 de anı-roman ‘Plucked in a Far-Off Land: Images in Self Biography’ (1970).
Bunun yanında Nazım Hikmet’ten ve diğer Türk şairlerden yaptığı çevirilerin toplandığı kitaplar yayımlamış.
‘Mendilin Ucundakiler’ bir yana, 3 tane de çeviri kitabı var Türkçe’de. Üçü de Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanmış. 1. Seçme Şiirler: 1947-1997 (1997), 2. Uzak Ülke: Bir Kıbrıs Çocukluğu (1997) , 3. Tilki ile Çobanaldatan - Toplu Şiirler 1951-2001 (2007).
1955 yılında Britanya’ya göçedişinden sonra, Kıbrıslı okuyucuları unutmuş onu, ta ki Mehmet Yaşın 2007’de Seçme Şiirlerini yayınlayana kadar. Sonra Kıbrıslı şair olarak sahiplendik onu, gel gör ki Gürgenç Korkmazel’le 30 yıl aradan sonra yaptığı söyleşiden öğreniyoruz ki o kendini Britanyalı bir şair olarak görüyor.
Aslında onunla ilgili çok fazla soru vardı kafamızda.
‘Neden Kıbrıs’tan ayrıldı?’
‘Neden ilk kitabını Türkçe yayımladıktan sonra İngilizce yazmayı seçti?’
‘Neden dinini değiştirdi?’
‘Neden Kıbrıs’a hiç dönmedi?’ belli başlıları...
İşte bu soruların cevaplarını veya cevaplara giden ipuçlarını, Gürgenç Korkmazel ile yaptığı, İngilizcesi ‘Cadences’, Türkçesi ‘Kitaplık’ dergisinde yayımlanan söyleşisinde okuduk.
Fransa’da yaşadığı son dönemde şiir yazmayı oldukça azaltmış, kendini resim yapmaya ve sergi açmaya vermişti. (Bu resimlerden ‘le bois l’air le feu’ [odun hava ateş] adını verdiği bir tanesi de bizim evimizin duvarında asılı ne mutlu ki...)
Taner Baybars kendi Britanyalı bir şair olarak görebilir, ama biz Kıbrıs edebiyatına dahil ediyoruz onu. Özellikle Türkçe yazdığı 30 kadar şiir bu hakkı da veriyor bize. Değil mi?
Bir şair ölünce en iyi nasıl anılır, tabii ki şiirleriyle.
İşte, burada şiirlerinden bazı örnekler...
ÖLÇÜSÜZ AYRILIK VAR AŞK OLMAYAN YERDE
Sana duyduğum arzuyu uyarır ve parmaklarımı
bacakaramda tutarcasına saklarım onu,
dalgın dalgın baksam da (ah, ne dehşet!)
şeytan-tırnaklarının sızısını hissederek. Sen, eldeğmemiş,
dokunulmaz, sığ su, aynı zamanda kuru deniz yosunu;
bir şilte sererim onlardan, şiddetli bir derinlik sancısı.
Ah, hepsi saç tellerin sanki, saçlarının içindeyim,
gel, geriye savur onları, ayrılık burgacına... Şilte, tuz özünün
sahibesi, ıslak yatıyorum senin boşluğunda.
Dokun bana bön örümcek, sürt düğme gövdeni ürperen
tüyleri üstüne tenimin; gül çiyiyle tütülenmiş, sinek kanıyla
zonklayan... Her çiftleşme sonrasında çoğalan bacaklarınla,
çoğul bacaklarınla var oluyorsun. Kurnaz ağlar içinde gösteriyorsun
sakladığın zehiri. Zorlanınca sana girmekte, sen bana girer,
sessizce emersin, gözlerin göremeyeceği kanımı.
Ben yerde, sen yumuşak yastıkların arasında, yağlıyorsun
abanoz karınaltını, bir Kentauros’un beklerken binmesini üstüne.
Anlıyorum şimdi uzaklıklarını, kendini verir gibi görünsen de
ne kadar da uzaksın, nasıl olur da o kaskatı gövden
dönüşüyor boşluğun şiltesine. Yaklaşırım sana doğru,
duymak için çarpışlarını kalbinin, yaralı, memelerinin
korları altında. Gürleyen uzaklığını dinler serin steteskop dudaklarım.
KOLOMB’UN DÖNÜŞÜ
Değişimi farketti yüzlerce deniz mili uzaklıkta.
Uzun bir süredir dinliyordu
ak dalgaların güzel sözlerini
ve nasıl büyüdüğünü seyrediyordu
gemi direğindeki martı tırnaklarının.
Birkaç saat, belki birkaç gün kaldı karaya varmaya
yelkenler rüzgarlarla gebe, pruva yerine
pupa tarafına seyir ediyordu gemi, yunuslar ise
sıçrayıp geçiyorlardı tam aksi istikamete,
ama utangaç pusula, cam altında korkmuş
mıknatıslı kuzeyi gösteriyordu hiç kımıldamadan.
Kara göründü! İşte vatan! diye bağırdı tayfalar, ama geminin
omurgası üzerinden tunç uçurumları, bilinmeyen bitkileri gördü Kolomb.
Kıyıda, krallar ve rahipler yerine
kaygan balıkları yuttuğunu gördü iri pafinlerin.
Yalnız başına, bir tek o bakıyordu, inatla,
mıknatıslı yurdunu gösteren pusulaya.
KAYBOLMUŞ KARDEŞLER... BEN?
Evveet... kayboldum, işte öyle, çok pek çok zaman geçti,
kocaman ağır yıllar batıyor köklerinde omuzlarımın.
Uzak ülke o, uzak düşlerden daha uzakta doğduğum yer,
isimler, resimler, hatıra-satıra, kahve fincanında geleceğim:
küçük kafatasımda gümbür gümbür atıyor geniş hafızam,
aaaa, yok, patlamasın! Fransa ovalarında şimdi, o yazların
karanfil sesli sıcaklığı ve göçebe bulutlar turnalar peşinde...
Gözlüyorum, olur mu diye, hatıralarla buğulanmış hislerim.
Kaburgalarımda bıçak acıları, karışıyorlar meltem yelinde.
Bu olamaz! Ölecek miyim? Durmadan ölecek miyim? Neden?
Kış duvarlarında küçük evimin açılmadan yaz panjurları?
Vasilya’daki tavuk kümeslerinin kokusu geliyor burnuma...
Nerede o mutlu köy, yeşil zeytinle çiğnenen kurak tepeleri?
Herşey dönüyor bana, buluyor beni uçsuz çayırların ucunda,
ölenler bile dönüyor elimi sıkmak için, çobanlar, çiftçiler
ve içlerinde var sayısız şehitler... Bomba, tüfekle düşen değil!
Hatırlıyorum çoğunu ben, berrak gözleriyle bakıyorlar bana...
O dillerde olmayan şehitler, ıssız köylerin nemli okullarında
bir elde tebeşir öbür el de kara tahtaya yaslanmış, titrek.
Şehit olmak yalnız tüfek ateşiyle değil, mitralyözle değil, değil...
ÖĞLE UYKUSU
Karıncalar düşüyor dişi kiraz ağacının dallarından,
yorgun, sırtüstü, altında uzak günleri düşünüyorum.
Kelebek mi, karga mı düşürüyor pisliklerini
yaşlanmaya isyan eden kırmızı burnumun köprüsüne.
Sonra şu ihtiyarlamayan mavi bahar güneşi
yangın gibi takla kılıyor, yaprak bir yaprak
beni bulsun diye ıslak çimenin üstünde,
ama ben binlerce ışık yılı ondan uzaktayım.
KUTSAL KİTAPLAR
Kaba aletler kullanan bir arkeolog gibi
çıplak elle kazıp çıkarmaya gerek yok binlerce yılı.
O kadar uzaklarda aramamalı yalın gerçeği.
İşte buradadır gerçek
gözlerimin önünde, ellerimin altında,
kitap sayfaları gibi çeviriyor onu parmaklarım.
İlk modern sapma bilirim Darwin'i, kopuş
çağdaş gerçeğe doğru.
Toplumsal şafağında günümüzün, Karl Marx görünür.
Sonra karmakarışık bir aklı çözüp düzelten Freud;
kımıldar parmaklarım ve Einstein'la karşılaşırım,
elinde kemanı, evrensel bir notayı çalan,
samanyollarını ölçerek her ince telde.
Sonsuza dek yaşamak niyetinde değilim. Ölmek ve yeniden
dönmek yeni bir yaşama, kazıp çıkarmak için
bu kutsal kitapları. Gerek yok, şimdiden okuyabilirim onları.
ANNE DUASI
Eminim ki mezarlık ve Araf sınırında
annem gözyaşlarını siliyordur beyaz kefene,
kendi öldüğüne değil, hayır, değil
ama bizi arkada yapayalnız bıraktığına..
Sonra eminim ki küçük bir pınar başında
karşılaşmıştır annem Hazreti Meyrem’le,
ve onu derhal koynuna basıp ağlamış,
tevdi etmiştir evlatlarını onun ellerine.
Ama nasıl da kanat çarpıyor
öbür-dünya dilekleri onun
kuantum çekimi bambaşka olan
Allah aşkıyla genişleyen semada...
Ve benim yalnız başım yufka yastıkta
çökmüyor solak kaderin kirli avcuna.
Olabilir yarı Ben’im hâlâ yeryüzünde
ama yarı Ben’im de annemin
dualarıyla uçmakta.
Ya!