1. YAZARLAR

  2. Sühat Dürü

  3. 40 yıl önce çözüm sözü verildi,  40 yıl sonra aynı
Sühat Dürü

Sühat Dürü

40 yıl önce çözüm sözü verildi,  40 yıl sonra aynı

A+A-

PRIMUM NON NOCERE*

* Tıp okullarında öğrencilere öğretilen ana kurallardandır ve hekime her şeyden önce herhangi bir tıbbi müdahalenin yol açabileceği olası zararları hatırlatma vurgusu taşır. “Önce zarar verme” anlamına gelen Latince deyiştir. Primum nihil nocere olarak da kullanılır.

Kıbrıs Türk Tabipleri Birliği yönetim kurulunun 1980 yılında görev yapan üyeleri “Tam Gün Yasası”nı çözüm sözü verdiler. Hekimlerin Ek Tahsisatları Tüzüğünün Tatbiki ve Sağlık Servislerinin Daha Etkin Çalışması… Bir de fizyoterapistlerin çalışma koşulları ile ilgili düzenleme yapılacağı söylendi. 1980’de! Şaka gibi…
Fizyoterapistlerin bugün, 40 yıl sonra hala bir yasaları olmadığını söylersek, bundan utanacak birini bulabilir miyiz acaba?
1985 yılındaki Serbest Çalışan Hekimler Birliği Başkanı’nın söyledikleri güncelliğini bugün de koruyor: “Sağlık servislerinde çalışma tam zamanlı olmalı, eksik kalınan yerlerde sözleşmeli hekim çalıştırılması sağlanmalıdır. Tıpla ilgili çalışanlara hak ettikleri bir ücret ödenmelidir. Hekimler için Kamu Görevlileri Yasası dışında bir yasa hazırlanmalıdır. Serbest çalışan hekimler, eczaneler, laboratuvarlar sosyal sigortalılara açılmalı ve hastalar hekim seçme hakkına sahip olmalıdır. Koruyucu Hekimlik yaygın hale getirilmelidir. Sosyal Sigortalar Kurumu sağlık kurulunu kendi bünyesinde oluşturmalıdır.”

Yıllar geçiyor konular değişmiyor

Önümdeki HEKİMCE dergilerinin yayınlandıkları tarihler değişiyor. Sağlık Bakanları, Tabipler Birliği başkanları, TIP-İŞ Sendikası yöneticileri değişiyor ama yazılan, konuşulan sorunlar değişmiyor. 1986, 1987, 1988 yıllarında da aynı sorunları okumaya devam ediyorum. 1990’lı yılların sonuna doğru ülkede açılmasına karar verilen tıp fakültesi ile ilgili tartışmalar öne çıkıyor.
Kıbrıs Türk Tabipleri Birliği ve Tıp-İş’in olumsuz görüşleri hükümet edenleri ve tıp fakültesi sahiplerini durduramıyor. “... Beşinci sınıf doktor yetiştireceksiniz, tıp fakültesi kurulması için gerekli hasta sayısı ve çeşitliliğini sağlayacak asgari nüfusun 2 milyon kişi olması gerekir” uyarıları etkili olmuyor.
Tüm eleştirilere rağmen ilk tıp fakültesi açılıyor. Bugün “altı” adet (rakamla “6”), tıp fakültemiz olduğunu hatırlatmama gerek var mı? Hatta bu fakültelerden birine ihtisas (uzmanlık) eğitimi vermesi için izin verildiğini biliyor musunuz?    

Ve bütçe sevklere gidiyor

1999 yılında Sağlık Bakanlığı’nın yayınladığı bir istatistik önemli. Kısaca değinmek gerekirse, 1999 yılında yurt dışına tanı ve tedavi için gönderilen hasta sayısının 1254 olduğu aktarılıyor. Kardiyoloji 429 kişi ile başı çekiyor. Nöroşirurji 125, radyoterapi 121 ve göz 118 kişi ile büyük pay alıyor. Nöroloji için 87 kişi sevk edilmiş. Çocuk hastalıklarındaki sevkler de dikkat çekici, tam 80 çocuk çoğunlukla tedavi için sağlık kurulu sevkiyle yurt dışına gönderilmiş. Sağlık Bakanlığı’nın istatistiki verilerine göre, 1994 yılında yurt dışı sevkler için 55 milyon TL harcanmış. 1994 ile 1998 yılları arasında harcanan miktar genel sağlık bütçesinin %15’i ile %20’si arasında bir orana karşılık geliyor ki, bu aslında çok yüksek bir oran. Buradaki önemli bir ayrıntı ise hastayla birlikte yurt dışına sevk edilen refakatçi maliyetinin bilinmemesidir. Refakatçi olarak sevk edilen kişiler için Sağlık Kurulu aracılığı ile ödenen ücretin yanı sıra kamu görevlisi ise kamuya maliyeti, işçi ise işverene maliyeti ne kadardır, bir hesaplamanın olup olmadığını bilmiyoruz. Günümüzde yapılan sevkler için de her yıl ciddi bir bütçe ayırılıyor. Yurt içindeki hastanelerden alınan hizmet bedellerinin oldukça yüksek olduğu ve hatta yurt dışına (Türkiye’ye) sevklerden daha fazla bedel ödendiği söyleniyor. Sağlık Bakanlığı’nın sevkler için önceden yaptığı sözleşmeleri, varsa, kamuoyuna şeffaf bir şekilde açıklaması gerekmez mi?   

Geçmiş yıllara ait verileri buradan paylaşmaya devam edebiliriz ancak doğru olan bir an önce yakın tarihli bilgileri, gelişmeleri sizinle paylaşmaya başlamaktır diye düşünüyorum. KKTC’nin sağlık konusunda en yetkili kurumları olan Sağlık Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, DPÖ, Kıbrıs Türk Tabipleri Birliği, Kıbrıs Türk Tabipleri Odası, Kıbrs Türk DişTabipleri Odası, Tıp-İş Sendikası, Evrensel Hasta Hakları Derneği, Hemşireler ve Ebeler Sendikası, Serbest Çalışan Hekimler Birliği, Eczacılar, Psikologlar, Fizyoterapistler Birliği, Diyetisyenler, KTAMS, KTÖS gibi çeşitli meslek örgütü, sendika ve kurumların yayınladıkları istatistiki verileri, basın açıklamalarını, yaptıkları çalışmaları paylaşmaya çalışacağım. Ayrıca yukarıda sıraladığım kurumlardaki yetkili kişilerin anlattıklarını da konuşacağız. Buradan hepsine bir kez daha teşekkür ederim. 

Nüfus; sokaktaki kalabalık kaç kişi?

2011 yılında yapılan nüfus sayımında KKTC’nin nüfusu 294.000 kişi (sayım sırasında adada yaşayan herkesin sayısı) olarak açıklanmıştı. Bu tarihten dört yıl sonra, 2015 yılında nüfusumuzun bu kez 230.000 kişi olduğunu yine resmi bir ağızdan öğreniyoruz. 2017 yılında 650.000 kişi olduğumuzu açıklayan bir yetkili de var. Çok yakın bir zamanda bir başka açıklamada KKTC yurttaşlarının 252.497, izinle çalışanların 121.802 kişi olduğunu, KKTC’nin nüfusunun 374.299 kişiye ulaştığını öğreniyoruz. Nüfus sayımı ile ilgili, bilgi sahibi müsteşar dostlarımdan biri, sokaktaki kalabalığa ve kısa bir süre için (en fazla bir yıl kalacak) kişilere bakıp nüfusun 600-700.000 kişi olduğunu söylemek ciddiyetten uzaktır diyor. Bakanlardan birinin açıkladığı %25’e yakın kayıt dışı çalışan var açıklamasının da ciddiye alınır bir yanının olmadığını söylüyor. Ne iş yaptığı belli olmayan, “sokaktaki kalabalık” geri dönüyorsa tamam ancak burada kalıp dolaşmaya devam ediyorsa bir sorunumuz var bence. Ne dersiniz? 

Bu nüfus konusunu biraz daha irdeleyelim.

1976 yılında 75.824 kişi oy kullanmış. Yaklaşık yirmi yıl sonra 1995 yılında 113.398 kişi sandık başına gitmiş. On dokuz yılda 37.574 kişi artmış oy veren vatandaşlarımızın sayısı. 2005 yılında 149.709 kişi, 2018 yılında 190.553 kişi oy vermiş. Bir kez daha söyleyelim 190.553 kişi. On üç yıl sonra seçmen sayımız yaklaşık 40.000 kişi artmış! Bir başka istatistiki veri hakkında daha konuşalım. 2018 yılındaki verilere göre hapis yatan 521 mahkûmun 146 âdeti TC uyrukludur. 230 âdeti TC doğumlu ancak KKTC vatandaşı olan kişidir. 92 kişi üçüncü ülke vatandaşı ve 53 kişi de Kıbrıslı Türktür. Buradan da görüleceği gibi mahkûmların %72’si TC kökenli, %17’si üçüncü ülke vatandaşı ve sadece %10’u Kıbrıslı Türktür. İlkokullarda yapılan bir araştırma da yaklaşık aynı sonuçları veriyor. Öğrenim gören çocukların yaklaşık %40’ı TC kökenlidir. Yaklaşık %20’si TC kökenli KKTC vatandaşıdır. Kıbrıslı Türkler’in oranı sadece %30 civarındadır.

KTAMS’ın 2014 yılı Şubat ayında sağlık bakanlığına gönderdiği bir yazıyı konuştuğumuz konuyla ilgili olduğu için aktarıyorum: “... Sunulan sağlık hizmetinin %300, nüfusun %100 arttığı bir ortamda çalışan hemşire ve ebe sayısı on yıl öncesine göre %35 azalmıştır... İlan edilen 40 kişilik münhal içinde hemşire ve ebe sınıfı dahil edilmemiştir...” Yukarıdaki satırların nüfusumuzun son yıllardaki artış hızıyla ilgili iyi bir fikir verdiğini sanıyorum. Konuyu bitirelim mi, bitirelim. Bu ülkenin limanlarının sıkı denetim altında olduğuna inanarak yazmaya devam etmek yapabileceğimiz tek şey. Memlekete giriş yapanlar bu limanlardan giriş yapıyor önünde sonunda, Karpaz’dan Altın Sahil’den değil herhalde!

Çok kalabalık varsa hesaplamaları nasıl yapacağız?      

Sağlıkla ilgili doğru istatistiki verilere, bir program dâhilinde çalışmaya ihtiyaç olduğuna göre, nüfusumuzla ilgili tartışmalar ve belirsizlikler sürerken bunu yapmak çok da mümkün görünmüyor. Hükümet programını yazarken nasıl bir bütçe açıklayacaksınız? Sağlık hizmetlerindeki planlamaları neye göre yapacaksınız? Hastanelerde çalışacak sağlık personeline günlük kaç hastaya göre yükümlülük vereceksiniz? Araştırma yaptırdığınız şirketlere sağlık sisteminizle ilgili verdiğiniz veriler güvenilir değilse, çıkacak sonuçlara nasıl güveneceksiniz? Kokteylli, çaylı börekli, kongrelerde, çalıştaylarda saatlerce, günlerce konuşup ortaya çıkardığınız sonuçların son kullanma tarihi nedir? 230.000 kişiye göre mi hesaplama yapacaksınız yoksa 650.000 kişiyi mi göz önünde bulunduracaksınız? Onkoloji hastanenize muayene için yılda 22.000 hasta başvururken nüfusunuzun 230.000 kişi olduğunu iddia etmek ne kadar inandırıcıdır? On binlerce kayıtsız insanın sağlık giderlerini hangi bütçede göstereceksiniz? Kayıtsız yaşayanların bu ülke için maliyeti ne kadardır? Hastanelerden yararlanan ve sağlık sistemine dâhil olmayan en az 50.000 kişiden söz ediyorsak ülkede vergisini verip kamu hastanelerinden yararlanamayan insanlara yazık değil mi? 

s2-122.jpg

TEPAV’ın araştırmasına kuşkuyla yaklaşıyorum

Başbakanlık ve TC Büyükelçiliği’nin 2011 yılında TEPAV’a (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı) yaptırdığı çalışmanın sonuçlarına yukarıdakilerden dolayı, hep kuşkuyla baktım. Bu çalışmanın verileri nasıl elde edilmişti, kimden alınmıştı, güvenilir miydi, nüfusunu saymayı bile başaramadığı söylenen bir devlet bu araştırmayı hangi güvenilir kaynakları kullanarak yaptırıyordu ve elde edilecek sonuçlarla hangi planlamalar yapılmıştı? Bu çalışmanın sonuçlarına göre yapılan plan ve programların başarılı olma şansı var mıydı? Hoş, çok fazla plan ve program yapmadığımıza göre üzülmeye de gerek yok sanırım! 

Bu çalışmanın sonuçlarına göre, 2008 yılında polikliniklere başvuran hasta sayısı 310.000, 2009 yılında 306.000, 2010 yılında 309.000 kişi. Nüfusumuzun 300.000 kişi olduğu varsayılmış, hasta sayılarına bakın lütfen, size de bir tuhaflık var gibi gelmiyor mu? Her bir hastanın 3-4 kere başvurduğunu düşünsek bile zor anlaşılır bir rakam var ortada.  2008 yılında 183.000, 2009 yılında 183.000 ve 2010 yılında 203.000 kişi acil servislere başvurmuş. Acil servislere başvuran hasta sayısına göre, 2011’deki nüfus sayım sonuçlarına ikna olmak çok zor.

Aynı raporda uzman hekim başına düşen günlük hasta sayısı 3-10 kişi olarak açıklanıyor. Bu veriye göre, her hekime yetecek sayıda muayene odası olmadığını ve hekimlerin her gün poliklinik hizmeti vermediğini, bazı günlerde ameliyat, yatan hasta işlemleri, endoskopi, biyopsi yaptıklarının göz önünde bulundurulmamış olduğu anlaşılıyor. Konuştuğum hekimler poliklinikte görev yaptıkları zaman Dünya Sağlık Örgütü önerileri doğrultusunda günde en az 30 hastaya baktıklarını söylüyorlar. Hangisi doğru?

Mağusa Hastanesi hariç hiçbir hastanenin fiziksel koşulları yeterli değil TEPAV’ın çıkardığı sonuçlara göre. Özel hastanelerin sağlık sistemi içinde %35-40 oranında yer aldığı sonucuna varılmış. Aynı çalışmaya ve 2011 yılındaki verilere göre, KKTC’de 100.000 kişiye 180 hekim düşüyor. Bu oranın Malta’da 307, Güney Kıbrıs’ta 287 ve Avrupa Birliği’nde 380 hekim olduğunu söyleyelim. 2010 yılında genel bütçe içinde %6.5 pay alan Sağlık Bakanlığı bunun yaklaşık %70’ni personel gideri olarak harcıyor. 2011 yılındaki %5.8’lik payın %70’inin yine personel için harcandığı yazıyor. Eğer bu doğruysa sağlığa ayrılan bütçeyle başka bir şey yapmanın imkanı var mı? Yoktur, öyle değil mi?  

Norveç Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)’sının %8.7’sini, Danimarka %8.6’sını, Fransa %8.1’ini sağlığa harcıyor. (GSYH, belli bir zaman dilimi içinde bir ülkenin ürettiği tüm nihai mal ve hizmetlerin para cinsinden değeri demektir.) Sağlık için bu oran Türkiye’de %4.2’dir ve bu OECD ülkeleri içinde en düşük orandır. KKTC için bir veriye ulaşamadım. Büyük bir olasılıkla bundan yüksek değildir. Diğer yandan GSMH ve GSYH’nin birbiriyle karıştırıldığını farkettim. %6 olan ve GSMH’ye göre ölçülmüş bir veri gözüme çarptı ancak bunun da güvenilir olmaktan uzak olduğunu düşünüyorum. 

TEPAV, “... Hastanelerde hizmet alan vatandaşın ödediği ücretlerin makbuzları Maliye Bakanlığı’na iletiliyor...” diyor ve devam ediyor: “...Bu makbuzlar otomasyona dahil olmadığı için suiistimal ihtimali çok yüksek.” Bu bile tek başına incelenmesi gereken bir konu. Sağlık Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Başbakanlık, Sayıştay... Bununla ilgili bir düzenleme yapıldı mı, yapıldıysa sonuç alındı mı? Bu büyük bir ihmal değil mi? Diğer yandan yapılan sevklerle ilgili rahatsız edici söylentiler de var. Özellikle yurt içindeki özel hastanelere yapılan sevklerin maliyetinin çok yüksek olduğu söyleniyor. Bunu sağlık sistemi içinde yer alan her konuştuğum kişi söylüyor. Hem kamuda ve hem de özel hastanelerde çalışan bazı hekimlerin kamu hastanelerinin yetersizliğini öne sürerek hastalarını özel hastanelere sevk ettiklerini ve tedavilerine buralarda devam ettiklerini öğrendik, ki bu son derece sıkıntılı bir durum! İyi niyetli ve dürüst hekimlerin, bu durumu bilen devlet memurlarının bunu anlatırken duydukları öfke hayatımın sonuna kadar gözümün önünden gitmeyecek. Şimdi, biraz daha yakın tarihlere bakmaya başlayabiliriz.  

Sağlık Çalıştayı

2013 yılında KTTB ve Sağlık Bakanlığı’nın girişimleriyle ve Management Center’in katkılarıyla düzenlenen Sağlık Çalıştayı’nda dönemin KTTB başkanı: “ ... Her bir ilgili kurumdan sağlık sistemi ile ilgili SOS çığlıkları duyuluyordu. Kamu Sağlık Hizmetleri, Acil servis ve 112, Özel Sağlık Hizmetleri, Koruyucu Hekimlik, Hasta Hakları, Sağlığın Yönetimi, Genel Sağlık Sigortası, Sağlığın Finansmanı ve İlaç Yönetimi. Sağlıkta herkes sistem istiyor” derken çalıştayın düzenlenmesinden çok memnun olduğunu açıklıyordu.

Çalıştay’la ilgili notlarımıza geçmeden önce sağlık sisteminin bir diğer tarafı olan ve üyeleri ile ilgili endişeler taşıyan KTAMS’ın  2013 yılı sonlarına doğru ne dediğine bakalım: “... Vardiyalı çalışan kadrolu hemşireler gibi, geçici hemşirelere de vardiya tahsisatı yapılmalıdır. Vardiya tüzüğü acilen hazırlanmalıdır, Devlet Laboratuvarı Teşkilat Yasası günün koşullarına uyarlanmalıdır... Kanser hastalarının ilaçlarının tedarikinde sorunlar yaşanmaktadır, ilaçların Hindistan ve Çin malı ve düşük kalitede olması yanlıştır...”  Bunun aynısı ve buna benzer çok sayıda yazıya rastlamak mümkün. 
 



“Sen kimsin ki beni başhekime ve sendikacılara şikâyet ediyorsun?”

s1-140.jpg

Sağlık Bakanlığı Yataklı Tedavi Kurumları Dairesi Müdürlüğü’nün, tarihi yazmayalım şimdi, Bütçe Dairesi Müdürlüğü’ne gönderdiği bir yazı sağlıktaki kaosu çok iyi anlatmaktadır. Bir bakalım isterseniz: “... Birçok kez yaptığımız istişareler sonucunda mutabakata vardığımız ek mesai oranlarının dışında yetki verdiğiniz görülmektedir. Böyle olduğu halde şahsınıza (şahsınıza deniliyor, dikkatinizi çekerim), başhekim ve sendika başkanlarına durumun bizzat benden (bir kez daha dikkatinizi çekerim benden deniliyor), kaynaklandığını ve talep edilirse yetki verebileceğinizi söylemektesiniz. Son derece rahatsız edici olan bu durumun düzeltilmesini...” Devletin iki kurumunun başındaki müdürün birbirlerine bu şekilde hitap etmesinin devlet geleneklerine ve kamu yazışma şekline uygun olup olmadığını takdirlerinize bırakıyorum.

Konuşmaya başladığımız çalıştayın üzerinden henüz iki-üç ay geçmişken dönemin sağlık bakanının sendikaya yazdığı şu yazı bence çok önemlidir: “... Bakanlığımızın sağlık sektöründe hedeflenen değişimi gerçekleştirmek için düzenlediği çalıştayla birlikte sektördeki kök sorunlar ve ulaşılması gereken ana hedefler büyük ölçüde belirlenmiştir...”  Kök sorunlar ve ulaşılması gereken ana hedefler belirlenmiş. 2013 yılında. Neredeyse yedi yıl önce!

2014 yılının Şubat ayından bahsediyoruz. Çalıştay 28 Kasım 2013-30 Kasım 2013 tarihleri arasında gerçekleşmiş, hedefler belirlenmiş, ilk adım atılmış, ilgili bakan taraflardan biri olan sendikaya “hadi artık çalışmaya başlayalım, siz de dahilsiniz bu işe,  işi bitirelim bir an önce” diyor. Tarihi bir kez daha hatırlatalım, 2014 yılının Kasım ayı. Bugün tam da beş yıl sonrası! Sayın Sağlık Bakanı tüm çabalarına rağmen işi bitirememiş. Kısa bir süre sonra görevi bırakmış. Kendisinden sonra kaç sağlık bakanı geldi geçti dersiniz?  

Biz en iyisi Çalıştay’la ilgili sohbetimize devam edelim. 

Çalıştay tüm sorunları çözecek!

s3-063.jpg

Aynı çalıştayda KTTB Yönetim Kurulu üyelerinden biri sunumunda şunları anlatıyor: “... Küçük çaplı değişimler fayda sağlamıyor, yapısal, kalıcı değişimler yapılmalı. Sağlık politikalarının iktidarlarla sürekli değişmesi büyük sorun, sürdürülebilir olmalı, tepeden tırnağa değişim olmalı. Hastanelerde yığınla hasta poliklinik bekliyor, doktorlar bu hastalara sadece birkaç dakika ayırabiliyor, verilen ilaç yoksa hasta ilacı eczanelerden kendi parasıyla almak zorunda kalıyor… Otomasyon olmadığı için arşiv tutulamıyor, acil servis sorunları, pratisyen hekim sorunları, TC tarafından verilen kontenjanlarda uzmanlık dallarındaki dengesizlikler, kontrolsüz ve denetimsiz özel hastane ve klinikler, Sağlık Sisteminin yönetilmesi ile ilgili eksiklikler, sağlık yöneticisi olacak kişilerin ve bu konuda çalışacak hekimlerin eğitilmeleri. Yönetici Hekim kavramının anlaşılması gerekmektedir. 

Neredeyse tüm konular 1970’ler,1980’ler ve 1990’larda konuşulanlarla aynı değil mi? Son cümlede, sağlıkla ilgili bir kurumu, Sağlık Bakanlığı’nı veya hastaneleri yönetmek için sadece hekim olmak yeterli değil, işletmeden de anlamak gerekiyor deniliyor. 

Bu çalıştayda KKTC’nin sağlık konusunda en etkili kurumlarından biri olan KTTB’nin sağlık sistemi ile ilgili önerilerine bir göz atalım:

  • Kısa vadede, Sağlık Bakanlığı bünyesinde İstatistik ve Bilgi İşlem Birimi, Hukuk Birimi, Eğitim ve Sağlığın Geliştirilmesi Birimi, Mali Birim, Tıbbi Cihazlar Birimi ve Acil Hizmetler Birimi kurulmalıdır.

  • Devlete ait sağlık kurumlarının durumlarının acil olarak ortaya çıkarılması gerekmektedir.

  • Özel sektörde faaliyet gösteren kurumların durumlarının acil olarak ortaya çıkarılması gerekmektedir.

  •  Mevcut yasalara göre hastanelerdeki yönetim kurullarının çalışmasının sağlanması, başhekim yetkilerinin belirlenmesi, DPÖ ile birlikte çalışarak eksik ilaçların hemen tedarik edilmesi gerekmektedir.

  •  İnsan kaynaklarının belirlenmesi acildir, hemen yapılmalıdır. 

  • Orta vadede, sağlık yöneticilerinin eğitimlerinin yapılması gerekmektedir.

  • Hekim yöneticilerle hekim olmayan amirlerin görev ve yetkilerinin düzenlenmesi gerekmektedir.

  •  Uzun vadede, sağlıkta çalışacak profesyonellerin eksik branşlara yönlendirilmesi gerekmektedir.

  •  İnsan kaynaklarının ihtiyaçlara göre şekillendirilmesi gerekmektedir.

  • Alt yapının güçlendirilmesi acil olarak yapılmalıdır.

 



 

“Yurttaş sağlık harcamalarının %40’ını kendi cebinden karşılıyor”

Çalıştay’da konuşulan konulardan bazılarını aktarmaya devam edelim: ... Sağlık Bakanlığı’na bağlı kamu hastanelerindeki toplam yatak sayısı 979, çalışan hekim sayısı 273, hemşire sayısı 674. Nüfusa göre kişi başı sağlık harcaması 450 USD. 10.000 kişiye düşen yatak sayısı 33, ki bu sayı Fransa’da 85 yatak. TEPAV’ın 2011 yılında yaptığı çalışmada bir doktorun günde 3-10 hastaya baktığı söylenirken çalıştayda bu sayının 30-50 hasta olduğu belirtiliyor. Yine 3.000’e yakın hastanın özel hastanelere veya yurt dışına sevk edildiğini öğreniyoruz. Çalışanlar arasında yasalardan ve statülerden kaynaklanan eşitsizliğin (devlet memuru, sigortalı, sözleşmeli, mecburi hizmetli gibi farklı statüler mevcut), personel yetersizliğinin, teşkilat yasalarında güncel düzenlemelerin yapılmamasının, alt yapı eksikliklerinin, teknik donanım eksikliklerinin, otomasyon olmamasının, mesainin tam gün haline getirilmemesinin ve personelin sürekli eğitimden geçirilmemesinin en büyük sorunlar olduğunun altı çiziliyor. Sağlık sisteminin tüm yönleri ile yeni baştan ele alınması gerektiği söyleniyor. Sağlık Bakanlığı yetkililerinin gözleri ve kulakları önünde söylenen şu sözler çok önemlidir: “...Sayıştay raporuna göre, devlet hastanesi acil servis istatistiki verileri güvenli değildir, eksiktir. Hastanenin olağanüstü durumlar için Acil Durum Eylem Planı yoktur. Acil servis faaliyetleri için ne kadar kaynak kullanıldığı belli değildir. Ücretlendirmede bir standardizasyon yoktur, keyfi olarak yapılmakta veya hiç yapılmamaktadır. Gerçek acil hasta sayısından ne hastane yönetiminin ve ne de Sağlık Bakanlığı’nın haberi vardır. Buradaki personele yönelik eğitim programları mevcut değildir!” Bu cümlelerin sonuna kaç adet ünlem işareti koyacağıma karar veremedim. Bu yazıda en çok kullandığım şeylerin başında ünlem işaretinin geldiğini siz de farketmişsinizdir zaten! Yukarıda söylenenleri Sağlık Bakanlığı’nın tüm üst düzey yöneticileri de herkes gibi dinlemektedir.

Personel giderlerinin bütçenin %45’i olduğu söylenmektedir. (Bu oran TEPAV’ın raporundaki %70’e göre daha inandırıcıdır.) Yurt dışı sevk giderleri için bütçeden %6 oranında bir miktar ayrıldığını öğreniyoruz ki bu da dikkat çekici bir orandır. Vatandaşların sağlık harcamalarının %40’ını kendi ceplerinden karşıladıkları sunumda aktarılmıştır. KKTC Anayasası’sının Sağlık Hakkı’nı tanımlayan 45. maddesine göre, devlet herkesin beden ve ruh sağlığı içinde yaşayabilmesini sağlamakla ödevlidir. Biraz önce bahsettiğimiz ve bizde %40 olan oran AB ülkelerinde %15-20 civarındadır.

Ülkede mevcut hekimlerin yarısından fazlasının özel kurumlarda çalıştıklarını ve diğer bölümünün de hem kamuda ve hem de özel sektörde çalıştıklarının altı çiziliyor. Burada özel sağlık sigortası ile ilgili öneriler de konuşuluyor ve bu sistemi toplanacak sağlık sigortası primleri finanse edebilir deniliyor. Bu konuya sonra değineceğimiz için şimdi sadece tek cümleyle geçiyorum.

Koruyucu Sağlık Hizmetleri ile ilgili (aşılanma, dengeli beslenme, çevre, fiziksel ve duygusal yönden vatanadaşın sağlıklı yaşayabilmesi için alınması gereken önlemler) sunumda önemli bir yer alıyor. Diğer yandan KTTB’nin konuyla ilgili bu çalıştaydan bağımsız ve güncel konularla ilgili yazılı basın açıklamalarının her biri bürokrasiyi uyuduğu derin uykudan uyandıracak niteliktedir. Diyabet, Batı Nil Virüsü enfeksiyonu, antibiyotik kullanımı, KOAH hastalığı, sel ve salgın hastalıklar, sağlık çalışanlarına şiddet, verem, grip aşısı, Down Sendromu, yeni nesil tütün ürünlerinin kullanımı, çevre sorunları, entegre vektör mücadelesi (kısaca sivrisinekler ve hastalık yayan canlılarla mücadele diyebiliriz), kadın sağlığı, hepatit, sağlıklı yaşlanma, okul çağı hastalıkları, kadına karşı şiddet gibi her biri çok önemli onlarca konuda yetkilileri ve ülkeyi yönetenleri uyarma, harekete geçirme çabaları ne kadar karşılık buluyor belli değildir. Hadi doğruyu ve karşılık bulamadığını söyleyelim. 

Çalıştayda ayrıca devletin ilaç alımlarında yetersiz kaldığı, ilaç tedarikinde büyük sorunlar olduğu ele alınmıştır. İlaç tüketimi ile ilgili bir veriye ulaşılamamaktadır, sistemin kendi içinde otomasyon mevcut değildir. Reçetesiz ilaç satılmaktadır, ilaçlar eczaneler dışında da ve antibiyotikler reçetesiz satılmaktadır. Yanlış ilaç kullanımı çok büyük bir maliyeti de beraberinde getirmektedir. İlaca ayrılan pay ülkemizde kişi başı 115 USD iken, bu İngiltere’de 200, Japonya’da 350 USD’dir. Arka arkaya sıraladığım yukarıdaki cümleler bu işin ehli hekimler tarafından çalıştaya sunulan ve tartışmaya açılan konulardır.
 

 

Bu yazı toplam 777 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar