40 Yıl Sonra
40 Yıl Sonra
Leyla Kıralp
“Kırk yıl”, söylerken son derece kolay. Sadece iki heceden oluşuyor. Fakat bu 40 yılı yaşamak hiç de kolay olmadı. Bugünlerde Kıbrıs’ın parçalanmasının, Kıbrıslıların öldürülmesinin, Kıbrıslıların kayıplara karışmasının ve Kıbrıslıların evlerinden yerlerinden göç ettirilmelerinin 40. yılını yaşamaktayız. 15 Temmuz günü başlayan deprem ve 20 Temmuz ile 14 Ağustos’ta yaşanan iki artçı şok… 15 Temmuz günü Yunan Cuntası ile EOKA B örgütünün Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı yaptıkları darbenin ardından yaşananları anlatmak da kolay değildir, unutmak da. Bütün yaşananlar gözümün önünden eski, puslu ve kanlı bir film şeridi gibi geçiyor. Lefkoşa yükselen siyah dumanların altında karanlığa gömülmüştü. Kendi devletlerine ihanet eden siyah bereli askerler kendi vatandaşlarını öldürüyorlardı. Öldürülenlere göre daha şanslı olanlar yaşanan can pazarı içerisinde kaçışarak kurtulmaya çalışıyorlardı.
Genç bir kadının eteğine yapışmış iki küçük çocuğun korku dolu bakışları ve babalarını sorarak ağlamaları hiç aklımdan çıkaramadığım bir karedir. Genç kadına ve çocuklarına yardım etmek, evime almak istiyordum. Ama kadın bana “prepi na pame” (gitmeliyiz) demiş ve uzaklaşmıştı. Nereye gittiklerini de başlarına ne geldiğini de hiçbir zaman öğrenemedim. Kıbrıs’ın “anayasal düzenini korumakla” mükellef üç garantörden biri olan Yunanistan Kıbrıs’ın anayasal düzenini yerle bir etmişti. Kıbrıs daha 15 Temmuz’un şokunu atlatamadan ikinci şoku 20 Temmuz günü diğer garantör Türkiye’nin askeri müdahalesi ile yaşadık. “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bozulan anayasal düzenini yeniden tahsis etmek” maksadıyla askeri müdahalede bulunan Türkiye’nin denizden, havadan ve karadan gerçekleştirdiği harekât ile Kıbrıs’ın her yerinde hissedilen 15 Temmuz depreminin artçı şoku yaşanmaktaydı.
Kıbrıs’ta yaşananlar kesin bir savaş halini almıştı. Çarpışmalar yayılıyor, savaş büyüyor, hedefine sivilleri de alıyor ve her iki toplum katliamlar ve tecavüzler yaşıyordu. Savaş kadın-çocuk, genç-yaşlı demeden karşısına çıkan her hayatı mahvediyordu. 14 Ağustos günü ise depremin sonuncu ve en korkunç halkası yaşandı. Çarpışmalar, katliamlar ve tecavüzler ürkütücü boyutlara ulaşmış, Kıbrıs’ın iki toplumunu birbirinden fiziki olarak ayıran göç dalgaları başlamıştı. Çarpışmalarda esir düşen ya da sivil olarak esir alınan sayısız insan katledilmiş, katliam çukurlarına gömülmüşlerdi. Katledilen ve gömülen sadece insanlar değil, aynı zamanda birleşik Kıbrıs idi. İnsan hakları ve insanlığa ait pek çok kavram da katledilmiş ve gömülmüştü. Her iki toplumda da sivil insanların katilleri kendilerini “milli kahraman” ilan etmekten geri durmamışlardı. Binlerce sivil katledilmiş ve bilinmeyen yerlere gömülmüşlerdi. Çoğunluğunun akıbeti halen daha bilinmiyor. Yaşadıklarımız bir savaş, aynı zamanda da bir trajedi idi. Böylesi bir trajediye “Rum” ya da “Türk” olarak değil, “insan” olarak yaklaşmak lazım gelir. Yaşama hakkı ellerinden alınan bütün kayıp şahısların bir an önce bulunmaları ve ailelerine verilmeleri bir insanlık görevidir. Bu insanların tümünün itibarlarını iade etmek de “Rumluk” ya da “Türklük” değil, “insanlık” vazifesidir. Öte yandan insanların yeniden evlerine dönebilme hakkına kavuşturulmalarını da “insanlık” gerektirir.
40 yıldır zihinlerimizde Kıbrıs yok. “Kuzey” ve “Güney” var. Bunun yanında, her iki toplumda da bir yılgınlık ve yaşadığımız bu sorunları aşmak adına gereken iradeyi gösterememe sorunu var. Taraflar arasında yıllardır süre gelen müzakerelerin tek sonucunun zamanı uzatmak olduğunu hepimiz görüyoruz. Müzakereler Kıbrıs Sorunu’nun çözümü için yeterli değildir. Görüşme masasındakilerin o masada bulunmalarının da, zaman-zaman o masadan kalkmalarının da sebebi bazı güç odaklarının isteğidir. Çözüm için bu güç odaklarının masadakilere zoraki olarak bir çözüm metni imzalatmasını beklemek her iki toplum için de sağlıksızdır. Kaldı ki çözüm görüşme masasında imzalanacak bir metin ile gelmeyecektir. Çözümün itici gücü ve temel kaynağı ancak ve ancak iki toplumun ortaklaşa iradesi olabilir. Sokaklara dökülen, gösteriler yaparak siyasetçiler üzerinde baskı unsuru oluşturan ve siyasal iradesini net bir biçimde ortaya koyan toplumsal irade, Kıbrıs’ın geleceği adına bütün anlaşma metinlerinden daha güçlü olacaktır. Siyasetçiler bir metin imzalayacak ve bir “anlaşmaya” varacaklardır. Ancak “barış” yapılacaksa bunu iki toplum yapacaktır. Bugün üzülerek görmekteyiz ki kendilerine “ilerici” ve “solcu” dediğimiz kesimler bile iktidar hesaplarını çözüm ve barış arayışlarının önünde tutmaktadırlar. Bütün bunlar 40 yılın bilançosunu sorgulamamızı gerektiriyor. Kazandıklarımıza, daha doğrusu kazandığımızı zannettiklerimize bakarsak Kıbrıs Türk toplumu olarak elimizde önemli bir kısmının gerçek sahibinin bizler olmadığımız pek çok arsa ve ev var. Bunların bizlere ait olduğunun uluslararası anlamda hiçbir yasal dayanağı yok. Görünürde egemen bir devletimiz var ama iktidar sahiplerinin bile hükmedebildikleri tek coğrafya Kuzey Kıbrıs. Dışarıdan bakan da onları “Türkiye’nin alt yönetiminin memurları” olarak görmektedir. Bunun dışında kimliğimizi, kültürümüzü ve ikiye bölünen ülkemizin yarısını kaybettiğimiz ortada…