50’ye Çeyrek Kala…
Bir zaman yolculuğunda rastladım ona daracık köy patikalarında, sapsarı bukle bukle saçlarıyla bir eşeğin sırtında. Tıpkı kendi gibi sapsarı erkek kardeşiyle bir mahalleden öteki mahalleye eşekle gitmenin lüksü içinde gülümsüyordu yaşama. Kışları karlı, yazları serin geçen o dağ köyünde…
Sonra sabahın köründe tek başına buz gibi bir sınıfın önünden el salladı, elinde kitabı, ömür boyu bitmeyecek o okuma tutkusuyla…
Zamanda izlemeye devam ettim onu. Yaşlı gözlerinde ölüm korkusuyla baktı bu kez bana umutsuz, mutsuz asker ve silah dolu bir meydanda çığlık çığlığa insanların arasından. Çok sonraları anlayacaktı o gün ettiği ‘yemin’in, ömür boyu barışa ve ‘insanı sevmeye’ tapınmak olacağını…
Sonra gecenin bir yarısı, bir dağ yolunda buluştuk. Elinde sıkı sıkıya tuttuğu bebeğiyle bu kez gözlerinde kâh umut, kâh umutsuzluk vardı. Bir göç yoluydu yürüdüğü. Doğduğu, büyüdüğü toprakları, köklerini arkada bırakıp umuda, ya da bilinmeyene çıktığı bir yolculukta… İşte bu yolculukta doğdu aramızdaki gerçek dostluk. Sıkı sıkıya öyle güçlü sarıldık ki o gece birbirimize, ayıramadı bizi ne yaşamın acıları, ne de mutlulukları bütün ömür boyunca…
Çok uğraştımsa da pek yüz vermedi bana kolej yıllarında bu vazgeçilmez dostum. Bense kâh umutlandım, kâh sıkıldım onu izlerken hep okulun, derslerin peşinde. Daha ben ‘acaba istedi mi, mutlu mu?’ diye düşünürken, hiç çıkarmamacasına, en büyük aşkı olarak giydi mesleğini sırtına. Kâh minicik bir ağzın içinden, kâh bir dişin kovuğundan çıktı dünyanın değişik coğrafyalarına yolculuklara…
Yıllar boyu izledim onu. Aşklarında hep çok sevdi ve hep çok sevildi. Tıpkı ayrılıklarında hep çok üzüldüğü ve çok üzdüğü gibi…
Kayıplarımızla da sarsıldık, gül kokulu bir bebeği koklamanın tutkulu mutluluğunu da yaşadık yine birlikte…
Derken, bir gün Boston’da Mısırlı Halil’in kahvesinde rastladım ona elinde kelem. ‘ Hayrola’ dedim, ‘kitap değil de, kalem mi?’ ‘Biliyor musun, burada Ortadoğu ve Akdeniz kokusu var; tıpkı biz gibi…’ dedi. Sonraları hep kalem ve kâğıdıyla gezdi. Kıskandığım çok oldu kalemini ve kâğıdını ama ben de tıpkı onun gibi olgunlaşmış, paylaşmayı öğrenmiştim artık.
Artık yazılarında ve seyahatlerinde hep izler oldum onu. Gezdikçe dünyayı , köklerine daha çok sarılışını, daha çok Kıbrıslı oluşunu izledim. Kıyıyı kaybetme korkusu olmadan Okyanus’un dalgalarında boğuşurken, hem korktum, hem de gururlandım onun için. Hatalarından ders almaya çalışırken, Baflı inadıyla çatıştığını gördüm.
Hekimliğinin dışında, toplumuna yapabileceği en büyük katkının; fikrini, kalbini, yaşadıklarını ve bulup araştırabildiklerini yazıya dökerek, paylaşarak olabileceğine inandı.
Bugün sabah evin mutfağında burun buruna geldik onunla. Biraz da burun bükerek inceledik birbirimizi. Sabah kahvelerimizi yudumlarken başladık koyu bir sohbette yaşanmışlıklarımızı tartmaya. ‘Saçında kırlar arttı, boyan gelmiş senin’ dedim, gülümsedi. ‘Biraz da kilo almışsın işte…’ Sinirlendi. ‘Şu alnının ortasına çöreklenen kırışıklık…’ ‘Yeter’ diye bağırdı.
Acılarımız geçti gözümüzün önünden, mutluluklarımıza el salladık. Kaybedebileceklerimizin korkusuyla ürperdik, kallavi bir kahvenin ve dostluğun sıcaklığında.
Sevgi dolu gözlerle bu kez o inceledi beni. ‘Mutlusun, umut ve enerji dolusun. Geriye değil, önüne bak, seni seviyorum” dedi.
Birbirimize baktık. Biz aslında ‘BEN’dim. Bugün benim doğum günüm. Artık 47 yaşındayım. Elliye çeyrek kala, ikinci bir durak yaptım hayatımda… İlk durak kırkımdaydı; ‘avunması’ demeyin ama sanırım bu yaşımı daha çok seviyorum.