1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “6-7 Eylül: Cesedin karnına saplanan bayrak…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“6-7 Eylül: Cesedin karnına saplanan bayrak…”

A+A-

 

EVRENSEL

 

Foti Benlisoy

“Burada, yerimizde kalacağız. Kiliselerimizi yeniden yapmak, ölülerimizi gömmek, okullarımızı, işyerlerimizi, evlerimizi toparlamak için düştüğümüz yerden doğrulacak ve yerimizde kalacağız. Doğduğumuz, büyüdüğümüz, dedelerimizin ve babalarımızın ‘şimdi kırık dökük de olsa’ mezarlarının bulunduğu bu ülkede kalacağız. O kırık mezarlardan, harabeye dönmüş kilise, okul, dükkân ve evlerimizden yeni bir dünya yaratacağız. (…)Sesimizi yükselteceğiz ve başımıza gelen bu felâketin gelmemiş olması gerektiğini haykıracağız. Garantilerden ve can güvenliğinden bahsedeceğiz. Bizler bugün hâlâ Rumuz. Üzerinde yaşamakta olduğumuz ve bizim de vatanımız olan bu ülkede rehine ya da esir olmadığımızı ve de bazıları bizi kovmak istiyor diye gitmek zorunda olmadığımızı haykıracağız. Burada kalacağız.”

Matbaası 6 Eylül gecesi dağıtıldığı, talan edildiği için ancak 15 Eylül tarihinde yeniden yayımlanabilen Rumca Embros gazetesi, başyazısında işte bu satırlara yer veriyordu. Beykoz’dan Samatya’ya İstanbul’da Rumların meskûn bulunduğu hemen bütün yerleşimlerde evlere, işyerlerine, kiliselere, okullara, hatta mezarlıklara karşı girişilen saldırıların ardından gazete, “Burada kalacağız” diyordu.

Bugün “6-7 Eylül olayları” diye anılan ve İstanbul’un büyük bir bölümünde 100 bine yakın insanın seferber olduğu o saldırılarda yaklaşık 15 kişi öldürüldü. Merkezden uzak semtlerde saldırılar özellikle hanelerin basılması ve insanların dövülmesi biçimini aldı. O gece yaklaşık 200 kadına saldırganlarca tecavüz edildi.

Tam sayıyı bilmek, bu kolektif lincin sonuçlarını kesin rakamlara dökmek mümkün değil.

Bu “olayları” ya da eskilerin tabiriyle “hadiseleri”, Cumhuriyet tarihinde İstanbul’da yaşanmış en büyük ve kitlesel “pogrom” hareketi olarak tanımlamak mümkün. “Pogrom”, Rusya’da 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında Yahudilere karşı devlet destekli (devletin göz yumduğu, özendirdiği, bazen de bizzat örgütlediği) kitle isyanlarıydı. Bu şiddet hareketleri sırasında Yahudilerin evlerine, dükkânlarına ve dini merkezlerine saldırılır, genellikle çok sayıda Yahudi katledilirdi. Zamanla terim, Yahudi karşıtlığından daha genel bağlamda belli bir gruba yönelik bu tür kitlesel ‘linç’ vakalarını tanımlar oldu. İşte 6-7 Eylül devletin bizzat örgütleyicisi-destekleyicisi olduğu devasa bir pogromdu. Bu anlamda 6-7 Eylül, Türkiye tarihindeki Maraş ya da Çorum gibi başka katliam girişimleri ya da pogromlarla mukayese edilebilir ancak.

6-7 Eylül pogromu esnasında İstanbul’da tam yetmiş üç kilise ve manastır ateşe verilir ya da yağmalanır. Din adamları aşağılanır, dövülür, öldürülür. Dahası, Rum mezarlıkları da saldırılardan hem de ciddi ölçüde nasibini alır. Yani hedeflenen sadece yaşayan Rumlar ya da sair “azınlıklar” (ve onların evleri, iş yerleri) değildir; gayrimüslimlerin kent mekânındaki izleri, geçmişleri, kutsalları, ölüleri ve mezarları ortadan kaldırılmak istenmiştir. Mezarlıklara dönük yağma sırasında mezar taşları kırılır, mezarlar açılır, kemikler ortalığa saçılır.

Dahası da var, görece yeni gömülmüş olan cesetler de mezarlarından çıkartılır ve ölmüşlerin bedenleri tahrip edilir. İsmini vermek istemeyen bir tanığın yıllar sonra ağzından dökülen şu cümleler yaşananların vahameti hakkında bir fikir verebilir: “Yeni gömülmüş bir kişi, Şişli’deki mezarından çıkarıldı ve karnına mızrağın ucuna takılmış Türk bayrağı saplandı.”

Mezarların tahribi, şovenist histeriye teslim olmuş kitlelerin çılgınlığına yorulup geçilebilir. Oysa mezarların tahrip edilmesi ve ölülere saldırılması şeklindeki vandalizm, Mark Neocleous’un hatırlattığı üzere faşist ideolojinin merkezi boyutlarından olan ölümle kurduğu ilişkinin bir gereği, adeta bir sonucudur. Faşizm mücadelesinin ölülerin toprağında geçtiğini varsayar. Faşizm ölüyü kutsar, şahadet kültünü yüceltir. Ölülerin asla gerçekten ölmüş olmadıkları, bu nedenle de “savaşa” dönecekleri varsayımını öne sürer. Tam da bu yüzden, yani ölülerin hâlâ bizimle olduğu varsayımından hareketle “düşman” ölülerin de dirileceğinden korkar. Komünist, Yahudi, Çingene ya da bizdeki gibi Rum (ya da Kürt) ölülerin de intikam için ya da onlardan çalınanları geri almak için geri dönebileceğinden korkarlar. Dolayısıyla faşistlerin dünden bugüne tutkuyla sarıldığı, dünyanın değişik yerlerinde sık sık  başvurduğu mezar tahribinin gerekçesi, faşizm açısından düşmana, yani “bizlere” karşı mücadelenin ölülerin alanında da geçiyor olmasıyla alakalıdır.

İşte 6-7 Eylül gecesi Rumların mezarlarına dönük o kolektif vandalizmin ardında faşist saldırganlığın kendine ait saymadığı ölülere dair o korku var. Yaşayanlar gibi ölüler de hedeftedir. Rumların yaşayanları da faşist fantezide her an dirilebilecek ölüleri de sindirilmelidir. Yer üstündeki ve yer altındaki izleri silinmelidir. Saldırı topyekûndur.

O günlerde bir çocuk olan Alkis Karasavas, “olayların” bir müddet ardından babasının onu bir mezarlığa götürdüğünü anımsar: “Kilisenin bahçesinde bir süre parçalanmış mezar taşlarını ve toprağın üzerinde bisküitleri andırır şekilde dağılmış kar beyazlığında kemikleri gördüm. Sadece altı yaşımdaydım. Elimi tutan babam kulağıma yavaşça ve çok açık bir şekilde şu sözleri fısıldadı: ‘Şu anda görmekte olduğunu hayatın boyunca hatırlamanı istiyorum!’”

Hatırlamak, hem de yaşamımız boyunca… Zira unutulan her katliam, her linç, her pogrom bir yenisine aralanan kapı aslında. Hatırlamak ve hesap sormak ve mücadele etmek gerek. Çünkü faşizmi ve onu ya da onun farklı versiyonlarını doğuran bizzat bu düzenin defterini dürmediğimiz sürece dirilerimiz de ölülerimiz de asla güvende olmayacak.

Not: “Olaylar” esnasında ve hemen sonrasında, İstanbullu fotoğrafçı ve gazeteci Dimitri Kalumenos, tahrip edilen kiliselerin, mezarlıkların fotoğraflarını gizlice çekmeyi becerir. Dahası, ilan edilen sıkıyönetime rağmen fotoğrafların yurt dışına çıkarılmasını ve dış basında yer almasını sağlar. Kalumenos, bu hareketinin bedelini ödeyecektir. Yetkililer, saldırıların vahametini belgeleyen fotoğrafların bir de yabancı basın yayın organlarında yayımlanmasını sineye çekmeyecektir. Kalumenos önce tutuklanır, ardından da 1958 yılında sınır dışı edilir; doğduğu toprakları bir daha göremeyecektir. İşte Kalumenos’un çektiği o fotoğraflar, Serdar Korucu’nun yayıma hazırladığı bir albüm olarak İstos yayınca basılıyor. “Hatırlamak” için o fotoğraflara bir bakmak, etrafa saçılmış kemiklerin o görüntülerini zihnimizin bir köşesinde tutmak gerek…

 

(EVRENSEL – Foti BENLİSOY – 6.9.2015)

Bu yazı toplam 1985 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar