1. YAZARLAR

  2. Aslı Murat

  3. 6 aylık Andreas’yı ve 10 yaşındaki Ayşe’yi öldürmeye devam ediyoruz
Aslı Murat

Aslı Murat

6 aylık Andreas’yı ve 10 yaşındaki Ayşe’yi öldürmeye devam ediyoruz

A+A-

 

Ne zaman bir çocuğun öldürüldüğünü duysam, buz gibi bir hava sarar etrafımı. Görme yetisini aniden kaybeden ve buna rağmen engebeli yolda yürümeye çalışan bir insan gibi çaresiz hissederim. Düşünsenize; önünüzde yaşacak kocaman bir hayat varken, bir asker veya militer örgüt üyesi tarafından yok ediliyorsunuz. Hem de bir hiç uğruna. Yüreğimin asla kabul etmeyeceği birçok nedeni vardır çocuk kayıplarının. Kimi coğrafyalarda yoksulluk, açlık, sefalet sarar çevrelerini, kimi yerlerde ise bunların yanında yaşanan şiddet alır o küçücük bedenleri aramızdan. Hem de yaratılan karmaşa ve kavgalara hiçbir  şekilde taraf değilken, sadece hedef olurlar. Doğdukları gün kendilerine biçilen role büründürülmekten başka bir sebebi yoktur bu acıların. Kimisi türk, kimisi rum, kimisi ermeni, kimisi yahudi, kimisi müslüman, kimisi hristiyan, kimisi çingene diye tanımlanır. Bu sıfatlara haiz oldukları için “düşman” saflarında  yer aldıkları varsayılır.

Kayıp şahıslar komitesi tarafından kimliklendirme işlemi tamamlanan 10 yaşındaki Ayşecik de bu senaryonun kurbanlarından biri.  Bundan 4 yıl önce emziği ile bir toplu mezarda bulunan Andreas da öyle. Her iki çocuğun da hikâyesini, yıllardır kayıpların bulunması için her türlü tehdide rağmen yılmadan araştırma yapan ve Nobel Barış Ödülüne aday gösterilen Sevgül Uludağ’ın yazılarından takip ettim. Uludağ bugüne kadar yürüdüğü yolda, hem geçmişten gelip günümüzü etkisi altına alan acılarla yüzleşmemize yardımcı oldu hem de kayıp ailelerinin bitmek bilmeyen yas süreçlerinin tamamlanmasına büyük katkılar sağladı. Tabi ki bunun yanında yaptığı her röportajla, toplumlara sorumluluklarını hatırlatıp, barışın değerini anımsamamıza da zemin yarattı.

Bize öğretilen geleneksel tarih anlatımını alternatif bir gözle okuduğunuzda; tarafların, Taksim  ve Enosis derken aslında coğrafyayı saran ateşi farklı mevzilerden alevlendiren kardeş düşmanlar olduklarını fark ediyorsunuz. İşledikleri savaş suçları da benzer nitelikte. Mesela çocukları, yaşlıları, elinde silah olmayan sivilleri katlettiler, yeri geldi kadınlara tecevüz ettiler. Savaşın haklı bir tarafı olabilirmiş gibi, yaptıkları tüm kötülükleri  uzun yıllar boyunca halının altına süpürüp unutulmasını beklediler. Ama olmadı, toprak ölü çocuk bedenlerini kustu, dayanamadı.

Nazım Hikmet  “Doğum” isimli şiirinde, birçok çocuğun aslında aynı kadere mahkûm olduğunu anlatır.  Hikmet oğluna dair yaptığı vurgu ile, çocukların milli ve dini tanımlamaların ötesinde bir kardeşliğe sahip olduklarını vurgulamaya çalışır. 
“ Benim oğlan

       dünyaya geldiği zaman,

çocuklar doğdu Korede,

sarı ay çiçeğine benziyorlardı.

Makartır kesti onları,

gittiler ana sütüne bile doyamadan

Benim oğlan

            dünyaya geldiği zaman,

çocuklar doğdu Yunan zindanlarında,

babaları kurşuna dizilmiş.

Bu dünyada ilk görülecek şey diye

                    demir parmaklığı gördüler.

Benim oğlan

            dünyaya geldiği zaman

çocuklar doğdu Anadoluda,

mavi gözlü, kara gözlü, elâ gözlü bebelerdi.

Bitlendiler doğar doğmaz

kim bilir kaçı sağ kalır mucize kabilinden…

Benim oğlan

            benim yaşıma bastığı zaman,

ben bu dünyada olmayacağım,

ama harikulâde bir beşik olacak dünya,

siyah,

       beyaz,

              sarı

bütün çocukları

                        sallayan

mavi atlas döşekli bir beşik.”

 

Aslına bakarsanız, farklı kimliklere sahip olsalar da, çocukların kaderi her yerde ve her dönemde aynıdır. İkinci Dünya Savaşı’nda toplama kamplarında sonlanan hayatlar, bugün Akdeniz’de katedilen “umut yolculuğunda” alabora olan teknelerde sönüyor.

 

Bir tarafta 1963’ten beri 10 yaşında olan Ayşecik için cenaze töreni yapılırken, diğer yanda toplum liderlerinin, siyasilerin stratejik oyunları ve satranç tahtasına dönüştürdükleri Kıbrıs çıkmazı daha da karmaşık bir boyuta ulaşıyor. Barışa yönelik adım atılacağına, bir türlü başlayamayan müzakere sürecini baltalamak pahasına birbirinden ilginç açıklamaları ardı ardına sıralıyorlar. Biz de toplumlar olarak, şapkadan çıkarılan tavşanların beyaz mı yoksa siyah mı olduğunu konuşup yapay gündemlere takılıp kalıyoruz. Gittikçe barıştan uzaklaşıyor, 1963 ve 1974’te çocukları öldüren düşmanlığın peşinden gidip onu meşrulaştırıyoruz.  Söyleyeceklerimi ister romantizm ister safdillik olarak yorumlayabilirsiniz, o kısım size kalmış. Ama hiçbir şey bilmiyorsam da şunun farkındayım; geçmişinde yaşattığı acıların hesabını vermemiş, gelecekleri ellerinden alınan çocuklar adına özür dilememiş toplumlar barışamazlar. Sadece birbirlerini alt ettiklerini sandıkları kurgusal çözüm masalarında çatışmayı körükleyip, kurulabilecek ortak geleceği yok ederler. O zaman da elde ne yönetilebilecek bir toprak parçası ne de iktidarın kanıtlanacağı bir toplum kalır.

Bu yazı toplam 2442 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar