65 yılda 47 eser: Sayfalar dolusu yaşanmışlığı kitaplarına taşıdı
1959’dan bu yana şiir, öykü, anlatı, çeviri ve deneme türünde 47 esere imza koyan, birçok ödül alan Mehmet Kansu, (M. Kansu) yazmasına vesile olan özellikle çocukluk yıllarını, hayata tutunma ve okuma çabasını Türk Ajansı Kıbrıs’a (TAK) anlattı.
1959’dan bu yana şiir, öykü, anlatı, çeviri ve deneme türünde 47 esere imza koyan, birçok ödül alan Mehmet Kansu, (M. Kansu) yazmasına vesile olan özellikle çocukluk yıllarını, hayata tutunma ve okuma çabasını Türk Ajansı Kıbrıs’a (TAK) anlattı.
TAK Müdürü Fehmi Gürdallı’nın röportaj talebiyle ilgili önce heyecan sonra da endişe duyduğunu söyleyen Mehmet Kansu, yaşamına dair travmaları ilk kez böyle bir röportajda paylaştığını ifade ederek, “Bunları anlatmak kolay değil” dedi.
Kansu, işitme ve konuşma engelli annesiyle kalacak yerleri olmadığından yazları mezarlıkta kışları da hamamın külhanında uyuduklarını, annesi çalıştığı, ona bakacak kimse olmadığı için zamanını hep sokakta geçirdiğini anlattı.
“Daha iyi bir çocukluk” için evlatlık verildiği Baf’ta şefkat değil şiddet gördüğünü söyleyen Mehmet Kansu, yalınayak yürüdüğü Dip Baf yolunu, kaşıkladığı bozuk bulgur pilavını, soğan tarlasında geçirdiği uzun günleri, incirin altında uyuduğu yazı, yalnız olduğu bir gecede karşısına çıkan kaplumbağanın varlığıyla güç bulduğunu, tek okul gömleği yırtıldığında ne kadar çok ağladığını anımsadı.
Kansu, bir çocuğun en önemli ihtiyacının sevilmek olduğunu da “Hep sahipsiz hissettim. Kucaklayacak, başımı okşayacak bir anneyle baba olmadı” diyerek anlattı.
86 yılda yaşadıklarının bir röportaja sığmayacağını, her eserinin yaşadıklarıyla, hayatıyla ilgili olduğunu belirten Kansu, kendini “Doğu Akdenizli bir şair-öykücü” diye tanımladı.
Duymayan, konuşmayan bir anne
“Benim bir yanım yazar, bir yanım eğitimci” diyen Mehmet Kansu, 1938’de Baf’ta doğdu.
Baf’ın Aydoğan (Stavrogonno) köyünden olan annesiyle (Bahire/ Ayşe) babası (Salih) Mehmet Kansu çok küçükken ayrıldılar.
Annesi daha çocukken işitme ve konuşma engelli olan Mehmet Kansu, nedenini şöyle anlattı:
“Hayvanları otlatırken bir keçi mi kuzu mu ne kaybolmuş. Dedem (Salih Bobi) onu avludaki zeytin ağacına bağlamış, dövmüş ve o soğuk kış akşamı dışarda bırakmış. Tifoya yakalanmış. Doktora götüren de yok. İşitme ve konuşma özürlü oldu. Küçükken bunun pek de farkında değildim…”
Arpa-buğday demetlerinden bir oda
Yazları Baf’tan Mesarya’ya gelip arpa-buğday biçen annesinin bağ bozumunda da Baf’ta üzüm topladığını anlatan Mehmet Kansu, “Annem orak biçmeye beni de götürürmüş. Tek hatırladığım güneşten korumak için beni demetlerden yapılan odacık gibi bir yere koyduğudur” dedi.
Kansu annesini “Sessiz bir proleterdi…Mesarya rüzgarlarına orak sallayan kadındı” sözleriyle andı.
Mezarlıkta ve külhanda uyuyan o çocuk
Annesi imam nikahıyla evlenince Lefkoşa’ya taşındıklarını anlatan Mehmet Kansu, üvey babasıyla ilgili kötü anıları anlattı, şiddet gördüğünü söyledi.
Annesinin bu adamdan ayrılmasıyla sokakta kaldıklarını anlatan Mehmet Kansu, şöyle devam etti:
“Annem hep çalıştı. Sabun fabrikasından aldığı sabun kirini (sıvı sabunu) benzin tenekesine koyar, evleri dolaşır, ölçüyle satardı. Bana bakacak kimse olmadığı için hep sokaklardaydım. Bir dönem Yenişehir tarafında bitmemiş bir inşaatta kaldık, kapı yok pencere yok. Ömerge Camii mezarlığında da kaldık. Annem mezarlıkta iki servi arasına çarşaf gererdi o çarşafın arkasına kilim serip uyurduk. Havalar soğumaya başlayınca Ömerge Hamamı’na, hamamın suyunun ısıtıldığı külhana sığınırdık.”
Yalnız kaldığı gecelerde çok korktuğunu, bunun bir çocuk için ne kadar zor olduğunu anlatan Kansu, şunları da söyledi:
“Annemin olmadığı bir gece külhanda bir hışırtı duydum. Ödüm koptu. Odunların arasından bir kaplumbağa çıktı, bakıştık ve yavaş yavaş yanımdan geçip gitti. O kaplumbağa bana cesaret vermişti…”
Baf’a evlatlık verildi, şefkat değil, şiddet gördü
Sokaklarda kalmasın, bakım görsün diye iyiliksever komşuların aracılığıyla Baf’ta bir aileye evlatlık verildiğini söyleyen Mehmet Kansu, şöyle devam etti:
“Bir anda kendimi Baf’ta buldum, nasıl gittiğimi de hatırlamıyorum. Sıtkıye Hanım diye emekli bir ilkokul müdiresine evlatlık verdiler beni. İngiliz döneminde yetişmiş, disiplinli ve otoriter bir kadındı. Sakin bir adam olan eşi Hafız Cevdet Ramadan’a ‘dede’ derdim.
Sıtkıye Hanım bana ablalık da yapmadı, şefkat de göstermedi. Sadece emretti. ‘Gel’, ‘git’, ‘mermerleri sil’… Sildiğim mermerleri beğenmezse baştan sildirirdi. Çok dayağını yedim. Sokakta büyüdüğüm için bazı uygunsuz sözler kullanırdım. Sıtkıye Hanım bir defasında beni yere yatırdı, ellerime bastı ve ağzıma biber sürdü.
Beni bir yere göndereceğinde yere tükürür, ‘Kurumadan geleceksin’ derdi. Bir defasında Dip Baf’a yolladı beni, 2,5-3 mili yalınayak ve koşarak gittim. Orada Tantura dayı vardı, ‘Dönmeden ayaklarını denize sok’ dedi. Öyle yaptım ve iyi geldi, sanki ayakkabım varmış gibi..”
M. Kansu imzası
Baf’tayken aldığı Kansu soyadının 1920’li yıllarda tıp ve antropoloji eğitimi alan Türk bilim insanı ve hekim Ordinaryüs Profesör Dr. Şevket Aziz Kansu’dan geldiğini ifade eden Mehmet Kansu, şunları paylaştı:
“Dedem Hafız Cevdet Ramadan, İstanbul’da Deniz Harp Okulu’na gitmiş, Balkan Savaşları başladığı için okulu bitiremeden dönmüştü. İstanbullu okul arkadaşı Şevket Aziz Kansu ile bağları kopmadı. Bir gün bana ‘Senin adın Kansu olsun’ dedi. İlkokula giderdim. Mehmet’in önüne nokta koymaya başladım ve M. Kansu imzam oldu. Mehmet denilmesini yadırgarım çünkü bana hep Kansu derler.”
Çalıştığı yaz tatilleri
İyi bir insan olan Hafız Cevdet Ramadan’ın maddi durumu nedeniyle kendisine destek olamadığını anlatan Mehmet Kansu, okul ücretini (duhuliye) ödeyemediği için 2 kez Baf Ortaokulu’ndan atıldığını ve çok üzüldüğünü anımsadı.
Okul parasını biriktirmek, defter kitap, bir çift de ayakkabı alabilmek için yazları, markette, tarlalarda çalıştığını söyleyen Mehmet Kansu, İkinci Dünya Savaşı’nın o döneme etkisini de şöyle anlattı:
“Eyüp Nafi’nin ünlü marketinde çalışırdım. İnsanlar bir garto ekmek alırdı. Ne demekti garto? Ekmeğin dörtte biri… 1940’lı yılların sonunda insanların bütün ekmek alacak parası yoktu…”
İlk kitap Baf esnafı Şerifali’den
Zor koşullara rağmen, okula gitmekten, okuma azminden hiç vazgeçmediğini ancak bazen analı babalı çocukların yerinde olmayı istediğini söyleyen Mehmet Kansu, kitap okumaya nasıl ilgili duyduğunu şöyle anlattı:
“Orhan Çakıroğlu’nun polisiye kitabını Şerifali’nin dükkânda gördüm. Gider, kitabı elime alır sonra da yerine koyardım, alacak param yoktu. Dükkâna 2’nci 3’üncü gidişimde Şerifali, ‘Al senin olsun ’ dedi. Sonra o kitabın ikincisini merak ettim ve böyle böyle okumaya başladım.”
Beyaz kütüphane ve Güzel Dost romanı
Şerifali’nin dükkanından daha çok kitabın olduğu kütüphaneye ilk gidişini de unutmadığını belirten Kansu, şunları paylaştı:
“Arkadaşımı takip ettim çünkü gideceği yerin, kütüphanenin ne olduğunu bilmiyordum. Beyaz bir binadan içeri girdi…Ben çekindim. Sahipsiz bir çocuk olarak buradan içeri girebilir miydim? Cesaretimi topladım ve girdim, kimse de bana bir şey söylemedi. Türkçe kitaplar buldum orda. ‘Güzel Dost’ diye Fransızcadan çeviri bir roman aldım elime ve masaya oturup okumaya başladım. O romandaki gencin hayatı hayatıma çok benzerdi.”
Ali Ratip Beyin soğan tarlası ve 60 yıldır saklanan mektup
Kansu’nun unutulmaz anıları arasında bir yaz tatilinde okul arkadaşı Rıdvan’ın köyü Yeşilova’ya (Mandirga) davet edilmesi de var.
“Rıdvan’ın babası destebandı, bana soğan tarlasında iş buldu. İnanmayacaksınız o dönemde Arap ülkelerine Baf’tan soğan ihraç edilirdi. Sabah 05.30’tan akşam 17.30’a kadar soğan sökerdim. Başka köylerden insanlar da vardı tarlada işlemeye gelen. Yemeği hep bir arada yerlerdi ama ben onların yanına gitmeye çekinirdim.
Gelirken dedemin bana verdiği bir şilinle yarım ekmek, biraz domates biraz da zeytin aldım, tarla sahibi Ali Ratip Bey geldi yanıma yediklerime baktı ve ‘Bir de soğan kır, güzel olur’ dedi. Sofram zenginleşti.
Suyu çok severdim, tarladan çıkar çıkmaz köyün dışında, kayalardan akan pınarda sevinerek yıkanırdım. Sonra da Rıdvan’la incirin altında uyurduk.
Dedem bana köyün şoförüyle selam gönderdi. Ben de ona ‘İncirin altında uyuyorum, iyiyim ama ekmeğimle domatesim kalmadı” yazdım. Uydurup gönderemedim ama 60 senedir o mektubu saklarım. Son kitabımda kullanacağım.”
İlk ev misafiri
Evlatlık verildiği Sıtkıye Hanımın çarşıda manavlık yapan evli bir adamla İngiltere’ye kaçtığını söyleyen Mehmet Kansu, “dede” diye hitap ettiği Cevdet Ramadan’la baş başa kaldıklarını anlattı.
Tahtadan minderi, yongayla doldurulmuş şiltesi ve yastığına rağmen Poli Ortaokulu’ndan arkadaşı Hasan Şefik Altay’ı evinde ağırladığını da anımsayan Mehmet Kansu, Sıtkıye Hanımın gidişinden sonra hayatlarının çok daha rahat olduğunu söyledi.
Tahtadan valizle Lefkoşa yolcuğu… Sığınacak bir yer ararken annesini buldu
Mehmet Kansu, Baf’ta lise olmadığını söyleyerek, “Lefkoşa’ya gitmekten başka çare yoktu” deyip şöyle devam etti:
“Tahtadan bir valiz uydurdum, onun içine bir şeyler koyup otobüse bindim. Bir anne var ama nerededir, nasıl bulacağım? Kalacak yerim yoktu ama sokak tecrübem vardı. Çok zorda bir yerlerde yatacaktım. Lefkoşa’ya gelince ‘Baflı konuşma -işitme özürlü bir kadın var, tanır mısınız’ diye sormaya başladım insanlara…Bir kadın bana ilerdeki kerpiç evi gösterdi. Tahta, parçalanmış bir kapı. Elimle hafifçe ittim, korkuyordum da…Bir kadınla göz göze geldik. Annem olduğunu hissettim. O da oğlu olduğumu bildi ama ne hissetti bilemem. Sığınacak yer ararken annemi buldum. Tekrar evlenmiş. 3 çocuğu olmuş. Evlendiği adam bıçaklandığı kavgada ölmüş. Üvey kardeşlerim benden küçüktüler. Annem o dönem yasemin satar, zeytin yaprağıyla insanları tütütürdü Çağlayan’da.”
Lisede ücretsiz (meccani) okuduğunu, öyle olmasa eğitimine devam edemeyeceğini söyleyen Mehmet Kansu, tatillerde çalıştığını, elektrik ve telefon direkleri için çukur kazarken avuçlarının patladığını söyledi, durumu fark edip ona başka iş veren Miralay ustasını rahmetle andı.
Öğretmen Koleji, masada ilk kahvaltı ve ilk harçlıkla alınan kareli gömlek
1958’de Öğretmen Kolejini kazanarak yatılı olarak Güzelyurt’ta okumaya giden Mehmet Kansu, o dönem İngiliz idaresinin öğrenciler cep harçlığı verdiğini söyleyerek, “3 Kıbrıs Lirası bir öğrenci için iyi paraydı” dedi.
“İlk cep harçlığımla Uzun Yol’dan, Avakian’dan bir gömlek aldım. Küçük kareleri olan bir gömlek… İlk kez Öğretmen Koleji’nde masada kahvaltı yaptım ve ilk defa orada bir meslek sahibi olma yolunda olduğumu hissettim..”
İlk görev yerinin 3 öğretmenli Karakol İlkokulu olduğunu söyleyen Mehmet Kansu, öğretmenliği severek yaptığını ifade ederek, “Öğretmen tiyatral beceriye sahip olacak, okuyacak, kendini yetiştirecek. Bu meslek heyecan duyulmazsa yapılmaz” dedi.
Burs kazandığını, edebiyat okumak için Gazi Eğitim Enstitüsü’ne gideceğini ancak o dönemki yönetimin önce buna izin vermediğini söyleyen Kansu, şöyle devam etti:
“Mağusa’daki İngiliz şube şefiyle konuştum, ikna oldu ve bana ödeneksiz izin verildi. Ankara’da yazıyla iç içe oldum. Türkiye’deki 5 hececilerden biri olan Vasfi Mahir Kocatürk hocamdı. Mustafa Nihat Özön’den, Kemal Demiray’dan dersler aldım.”
Demirağ’la tanışma, ilk şiir kitabı ve Şölen dergisi
Gazi Eğitim Enstitüsü’nde tanıştığı Fikret Demirağ ile “İkinin Yaşamı” adlı şiir kitabını çıkarak sanatsal hayatına başlayan Mehmet Kansu, 1960’lı yıllarda Türkiye’de başlayan öz Türkçe akımını Kıbrıs’ta da uygulamak için arkadaşlarıyla aylık kültür-sanat dergisi Şölen’i çıkardığını söyledi.
1960’tan 1963’e kadar Bayraktar Ortaokulu ve Limasol 19 Mayıs Lisesi’nde görev yapan Kansu, o dönemle ilgili bir anısını da paylaştı.
Ödev yapmayan öğrencisinin evini bulduğunu, maddi olarak ne kadar zor durumda olduklarını görünce de böyle öğrencilere yardım için öğleden sonra gönüllü olarak okulda kaldıklarını anlatan Kansu, kendisini mutlu eden bir gelişmeyi de paylaştı:
“Posta Dairesi’nin önünde, benden biraz daha uzun, yakışıklı bir gençle karşılaştım. Yürümeye çalışırım, önüme geçer… ‘Kimdir bu’ dedim. Limasol’da evine gittiğim öğrencimmiş. Avukat olmuş, çok mutlu oldum…”
Müfettiş oldu
Meslektaşı İnci Kansu ile 1962’de evlendiğini de söyleyen Mehmet Kansu, toplumlararası olayların başlamasıyla 1963’ten 1969’a kadar er ve subay olarak mücahitliğini yaptığını anlattı.
Mücahitlik sonrası eğitimlere devam ettiğini, 1969’da Hacettepe’ye giderek Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeki fark derslerini verdiğini anlatan Mehmet Kansu, ülkeye döndüğü 1972’de tayin beklerken Ali Süha’dan (Eğitim, Kültür ve Öğrenim İşleri Üyesi) gelen müfettişlik teklifini kabul ettiğini söyledi.
32 yaşında babasıyla tanıştı.. “Merhabalaştık o kadar”
Hiç görmediği babasıyla 32 yaşında, 2 de oğlu olmuşken tanıştığını söyleyen Mehmet Kansu, “Merhabalaştık, o kadar. Bağ yok, kin de yok. Hiçbir şey hissetmedim. 6 yıl uyumsuzlukların çözümüyle ilgili komitede çalışmıştım ve orada öğrendiğim bir şey vardı, ‘iç sesini kıs’ (Keep your inner voice down). Babamı gördüğümde de bunu yaptım.”
1976’da 3 aylık bir eğitim için İskoçya’ya gittiğini, her zaman kendini geliştirmek için çabaladığını söyleyen Mehmet Kansu, 1983’te emekliye ayrıldığını ancak yazmaktan hiç vazgeçmediğini belirtti.
“İnsanı anlamazsak yazamayız”
Kansu, “Yazar, sadece yazan değil, toplumu gören, anlamaya çalışandır. İnsanı anlamazsak yazamayız… Beni Mehmet Kansu yapan, iyi bir gözlemci olmam ve okumamdır” dedi.
1959’dan bu yana 22’si şiir, 7’si öykü, 5’i deneme, 13’ü yazınsal tür olmak üzere 47 esere imza koyan Mehmet Kansu, Filozof Hannah Arendt’in “Hayat bir anlatıdır” sözüne de atıfta bulunarak anlatmak için yaşamak gerektiğini, yaşanmayan bir şeyin anlatılmayacağını söyledi.
Haber: Rahme Çiftçioğlu Fotoğraf: Süleyman Önal