7 Ocak’tan ne beklemeliyiz?
Yeni sistemle medya ve güç odaklarına yakın adaylar ve partiler kazanırken, ideoloji sağlam bir darbe alıyor.
Mehmet Burhan
[email protected]
Yine o bildik seçimlerimizden biri daha, yine bildik bir ruh haliyle kapıya dayandı. Kiminin “varoluş sebebi”, kimine göre “orta oyunu”; kiminin “fırsat kapısı”, kimine göre “bu kez olacak!”.
Türkiye’de 150 bin nüfusun üzerinde olan ve sadece bir muhtarla yönetilen mahallelerden hallice olan bu ülkeyi yönetmek için 50 milletvekili, 1 başbakan, 10 bakan, sayısız müdür-müsteşar büyük bir şevkle göreve hazırlanıyor.
Geçtiğimiz yıl akıllı telefonlarımızdaki zaman ayarlarını kimimizin Suudi Arabistan’a, kimimizin Ukrayna’ya göre ayarladığı günlerde, en son 74’te asfaltlanan Dağyolu’ndaki trajedi ile yaşanan sosyal patlama ile bile kılı kıpırdamayan hükümeti sandığa getiren 14 yaşındaki çocukların yağmur altındaki gözyaşları değil, demokrasiyi birlikte boks ringine çevirdikleri ana muhalefet partisi liderinin “hodri meydan”ı oldu.
Bu ortam ve kültürde ana akım medyanın “Demokrasi kazandı” manşetini atacağı 8 Ocak sabahı sonuç ne olursa olsun toplumsal bir dönüşüm çıkar mı sorusu bir kenara dursun, sahneden birilerinin inip birilerinin çıkacağı kesin. Yeni oyuncularla ne kadar iyi bir oyun çıkacağı ise biraz da senaryoya bağlı.
Boykot mu, umut mu?
90’lardan beri her seçimde olduğu gibi sol yine iki farklı keskin pozisyon almış durumda. Daha azınlıkta duran ve bir kısmı politik, bir kısmı umutsuzluktan kaynaklanan sebeplerle sandığı boykot eden bir kesim, diğer tarafta da herşeye rağmen “ en azından UBP deliliğinden kurtuluruz” diyen nispeten daha çoğunluk kesim.
İki tarafın da güçlü argümanları var aslında. Sorun da bu iki kesimin birbirlerinin argümanlarının güçlülüğünü bilerek görmezden gelmesi ve solun kendine Kıbrıs Sorunu’nun çözümü dışında güçlü bir hedef belirleyememesi. Boykotçuların temel sebep-sonuç aklına, sandıkçıların da bir türlü tükenmeyen naif umuduna aynı anda ihtiyacımız var. Çünkü ufacık tarihimizin bize öğrettiği kesin bir şey varsa o da ne boykotun ne sandığın tek başına çözüm olduğudur (bknz. 1991 ve 2003 seçimleri).
Sponsorlu Demokrasi
7 Ocak seçimlerine geçtiğimiz yıl Seçim ve Halkoylaması Yasası’nda yapılan değişiklik ve tek bölge seçim sistemi ile giriyoruz. Bu sistemin ortaya çıkışı da, yürürlüğe girişi de, içeriği ve uygulaması da evlere şenlik.
2013’ün Nisan ayında Türkiye’de AKP hükümetine çeşitli alanlarda danışmanlık hizmeti veren kurumların başında gelen Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), “KKTC Devleti Fonksiyonel-Kurumsal Gözden Geçirme Çalışması” isimli 126 sayfalık bir doküman hazırlar. Bu döküman, çok iyi hazırlanmış, KKTC’nin sosyal, siyasal ve ekonomik verilerini, tespitleri ve ileride ne yapılması gerektiği ile ilgili “tavsiyeleri” içeren kapsamlı bir rapor. Kısacası KKTC’nin reorganizasyonunun adım adım nasıl olacağını anlatıyor. Rapor’un “seçim sistemi” bölümünün altında şu ifadelere yer veriliyor:
“Hâlihazırda coğrafi ve demografik açıdan küçük olan bir ülkede, siyasal rekabetin, ülke sınırlarından daha küçük bir çevre içerisinde, yakın kişisel ve hatta ailevi ilişkiler üzerinden şekillenmesine yol açan bu “bölge” anlayışının, yıllar içerisinde, KKTC siyasal kültüründe, partisinin Meclis’te çoğunluğu sağlayıp hükümet olması durumunda kamuda istihdam vaat eden bir siyaset yapma biçiminin oluşmasına katkı sağladığı düşünülmektedir. Kamu reformuna ilişkin oluşturulacak çerçevede bu durumun da dikkate alınmasıyla ve seçim sisteminin bölgeciliği ortadan kaldıracak şekilde yeniden düzenlenmesiyle büyük fayda sağlanacağı öngörülebilir. Seçim sisteminin revizyonunun gündeme gelmesi durumunda, Birinci Kısım: KKTC Kamu Yönetiminin Genel Görünümü 24 milletvekili seçimlerinde seçim bölgelerinin ilçe sınırlarına göre belirlenmesinden vazgeçilmesi ve KKTC ülke sınırlarının tümünü kapsayacak tek bir seçim bölgesi oluşturulması önerilebilir.”
…
Bunu takiben şaşırtıcı bir biçimde tek bölge seçim sistemi aniden tartışılmaya başlıyor ülkemizde. Yeni seçim sistemine geçiş süreci ise nereden baksak garipliklerle dolu.
Mesela bir ülke düşünün şimdi.
Bu ülkede insanlar belirli bir kesimi kendilerini yönetmek üzere seçiyor olsun.
Peki soru şu:
Bu ülkede seçenlerin seçilenleri nasıl seçeceğine kim karar vermelidir?
Seçenler mi, seçilenler mi?
Basit mantık da, en temel demokratik ilkeler de böyle bir değişikliğin halkoylaması ile olması gerektiğine işaret eder. Ama yasalarımız da, anayasamız da başka telden çalıyor ve hiçbir siyasi elitin ve hiçbir demokrasi savunucusunun burada bir yanlışlık olduğu aklına gelmiyor süreç boyunca. Bu arada ilgili yasa bırakın halka sormayı, nerdeyse hiç tartıştırılmadan yangından mal kaçırır gibi yürürlüğe giriyor.
Tek bölge seçim sistemi TEPAV Raporu’nda belirtildiği gibi küçük ölçekli bir ülkeye uygun gibi gözükse de, Kıbrıs’ın kuzeyindeki demografik dağılımın homojen olmadığı gerçeği göz ardı edilmiş raporda. Bu coğrafyada güney göçmenleri, Türkiye göçmenleri, hatta Türkiye’den farklı etnik kimliğe sahip göçmenler belirli bölgelere yerleştirildi zaman içinde. Yani Kıbrıs’ın kuzeyinde üretime dayalı doğal demografik dağılım bozulmuş, bu da zamanla bölgeler arası farklı siyasal eğilimlere dönüşmüş durumda.
Konu bilimsel bir yaklaşımla ele alınmayınca, TEPAV’ın raporunda salık verdiği gibi bölgeciliği ortadan kaldırmak işgüzarlığı ile seçimde hiçbir sosyal veriyi yansıtmayacak bir sistem hayat bulmuş oldu.
Oy vermek için artık temel aritmetik bilgisinin gerektiği bu sistemde güya bölgeciliğin önü alınacak diye yozlaşma globalleşmiş, belirli kesimlerin ve elçiliğin blok oyları değer kazanmış oldu.
Yeni sistemle medya ve güç odaklarına yakın adaylar ve partiler kazanırken, ideoloji sağlam bir darbe alıyor. Kampanyalar kızıştıkça sponsorlu sayfalar her tarafa saçılıyor, siyasal “beğeni” satın alınır bir metaya dönüşüyor, bazı köşe yazarlarının fiyatları tavan yaparken, basın ilkeleri, değerleri yavaş yavaş bataklığın dibine gömülüyor. Siz bu yazıyı okurken A partisinin İskele adayı, B partisinin Girne adayı ile ortak karma listesine girmek için kaç para gerektiğini konuşuyordur muhtemelen. Ne mutlu bize ki bölgeciliğin sonunu getirmişiz. Ne mutlu bize ki sponsorlu sayfalarındaki videolarına izleyip güldüğümüz şu gerzekleri demokrasimize kazandırmışız. Diğer taraftan Lapta’da öğleden sonra okulda kalıp çocuklara folklor çalıştıran öğretmene, Karpaz’daki butik otelinde yerel ürünler sunan girişimciye, Lefke’de kooperatifçiliğin gelişmesi için uğraş veren üreticiye dur demişiz, “sen olduğun yerde kal!”
Bu tablodan dönüşüm çıkar mı?
Bu sorunun cevabını ararken siyasetimizin baş aktörü TC’nin tutumu ve beklentilerine de bakmak gerekiyor. Özellikle limanlar konusu nihayete erdirilmemiş olsa da Türkiye Kıbrıs’ta sosyal, siyasal ve ekonomik tüm yatırımlarını tamamlamak üzere. Türkiye’nin liberal aklının, yaptığı bunca yatırımın ülkenin iyi yönetilmesi ile değerini bulmasını istemesi ve bunu desteklemesi çok da sürpriz olmaz. Aynı bakış açısıyla herşeye rağmen müzakere sürecinin yeniden başlaması da.
Dönüşüm iddiası ile yola çıkan merkez soldaki CTP ve TDP bu senaryoda öne çıkıyor. CTP geçmişiyle yaptığı makul yüzleşmeyle, TDP de değişik kesimlerden oluşturduğu samimi ve iddialı kadrosuyla iş ola seçime girmemiş bir görüntü çiziyor bu kez.
Fakat özellikle bu kadar dibe vurmuş bir toplumda dönüşümlerin, her kesimden ciddi kadrolar ve uzun süreçler gerektirdiğini dikkate aldığımızda, iyimser bir bakış açısıyla 7 Ocak’ı böyle bir dönüşümün yaşanacağı gün değil de, böyle bir dönüşümün tetikleyicisi olabilme ihtimali olan bir tarih olarak değerlendirebiliriz.