90 yıllık hafızadan silinmeyenler… 3
90 yaşındaki Gönyelili emekli gardiyan Ahmet Demirel geçmişi hatırlıyor…
1928 Gönyeli doğumlu, emekli gardiyan Ahmet Demirel’le röportajımızın devamı şöyle:
SORU: Dışarı çıkar dediğinizde neyi kastedersiniz?
AHMET DEMİREL: Yani bahçeye… Hapishane surlarından dışarı çıkarlardı… Etrafı telnan çevrilmişti zaten bahçenin. Ve o şekilde dışarıda çalışırdı. Gene hapishanenin içinde yani aslında… Bir Rum vardı, İngiliz’in bir satış yeri vardı, NAAFİ değil, adını unuttum şimdi, gider orada çalışır ve geri gelirdi. Başka yoğudu böyle.
SORU: Bahçede ekilip biçilenleri, hapishane tüketirdi?
AHMET DEMİREL: Hapishanede tüketilirdi… Şöyle olurdu: Mesela Delivando isimli bir tüccar vardı… O tüccardan alınırdı yiyecekler. Ve hapishanede çıkarttığımız herhangi bir şeyi, ölçerler, tartarlar ve Delivando’dan parasını alırlardı… Yani bir yerde yaptıkları işten para kazanırlardı böyle… Her çıkartılan şey ölçülür, tartılır, Delivando’dan parası alınırdı.
SORU: Sana havadan çekilmiş 1963 fotoğrafı göstermek isteriz hapishane ve çevresinin… Ve bir da bugünkü uydu fotoğrafı… Kayıplar Komitesi araştırma görevlisi Hristiana arkadaşımıza gösteresin tam neredeydi bu bahçe…
AHMET DEMİREL: Bu fotoğrafa baktığımda, buradan gelinir, buradan dönülürdü, buradaki bahçedir… Hapishanenin dışındaydı bahçe. Hapishane surlarla çevrilidir. Daha ileride etrafı da tellerle çevriliydi. Teller, surlardan 50-100 metre kadar uzaktaydı… Yani surların çevresinde 50-100 metrelik çepeçevre bir boş alan vardı ve bu alanın sonunda da tellerle çevrilmişti.
Bu civarda barakalar vardı. Biraz daha ileride yangıncılar otururdu. Buradaki barakalar ise hapishaneye ait barakalardı. Tel, taa buralardaydı…
Bir zamanlar Muskos’u vurdulardı ya? Büyük bir nümayiş olduydu ve hani İngilizler dokuz kişiyi astılardı ya? İşte bu bölgeye gömdülerdi bu dokuz kişiyi… Buraya bir da kapı açtılardı. Böylece burası küçük bir mezarlık olduydu. İngilizler dışarıda da vurduklarını buraya getirir gömerlerdi, vermedi dışarıya bu defa, nümayiş olmasın diye. Fazla nümayiş olduğu için vurdukları EOKA’cıları vermediler, buraya hapishanenin bu bölümüne gömdülerdi.
İlginç bir şey anlatayım: İpsonalılar vardı, bu son hükümet (Kıbrıs Cumhuriyeti hükümeti) kurulduktan sonra astıydılar üç kişiyi. Limasol’da yapmadıkları kalmadıydı bunların… Tamamıyla büyük bir mafyaydı bunlar… Bu İpsonalıların bir barı vardı ve o barda iki tane tetikçisi vardı bunun. İşleri yalnız adam vurmaktı bunların. Yerler içerler, yaşarlar. Bütün polisi eline aldıydı… Bütün Limasol polisi, bunların emrindeydi. Bir örnek verdiler: Adamlar üzüm taşırlar şarap fabrikasına. Herkes gider, sırasını bekler, sırası gelecek, üzümleri tartılacak, alınacak. Bunun bir arabası var, hiç sıra beklemeden gider, tartar ve döner geri. Bu defa gittiğinde, orada bekleyen kişi demiş “Ama nedir yahu bu rezalet? Kimdir bu adam?”
“Bunlar Zaharialar’dır” demiş birisi…
“Hade be pez…ki, hangi pez….k olursa olsun, ne girmez sıraya?” demiş adam.
Bu mafya lideri gider polise, der ki “Bu adamı tutun…”
Tevkif ederler adamı, gider, polisten alır adamı döver, bir ağaca bağlar ve gider içeri, “Gidin adamınızı alın” der. Bu kadar da olmaz yahu…
Gider polis alır adamı ve bırakırlar kendini…
O zamanlar İngiliz hükümeti EOKA’nın peşinde olduğu için bunlara bir şey yapamazdı… Mesela senin birine kastın var, giden den ki “Bu adamın temizlenmesini isterim…”
Limasol’da bunlar çok oldu ha…
“Ben bu adamın temizlenmesini isterim” den, “kaç para?”
“Bu kadar para…”
Eğer vermezsa o istediği parayı, kendini da vurur! Şayet verirsa, gider o adamı vurur…
Bu şekilde, bu kadar mafyaydı bunlar…
(Devam edecek)
BASINDAN GÜNCEL…
“Nazilerin sıradan kötülüğü!”
Thomas White
Kötü olmadan kötülük yapabilir mi? Bu, filozof Hannah Arendt’in Nazilerin Nihai Çözüm’üne destek kapsamında milyonlarca Yahudi ve diğerlerinin çeşitli toplama kamplarına nakliyesini organize etmekten sorumlu Nazi memuru Adolph Eichmann’ın savaş suçları davasıyla ilgili olarak 1961’de New Yorker’a, raporlama yaparken boğuştuğu kafa karıştırıcı soruydu.
Arendt, Eichmann’ı kendi deyimiyle “ne sapkın ne de sadist”, fakat “korkunç derecede normal” olan sıradan, tekdüze bir bürokrat olarak buldu. Eichmann, kariyerini Nazi bürokrasisinde sebatkar bir şekilde ilerletmekten başka bir itki olmadan hareket etmişti. Davanın incelemesi Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine Bir Rapor’da şu sonuca varmıştır: Eichmann amoral bir canavar değildi. Bunun yerine, ‘düşüncesizliği’ ile ilintili bir olguyu ve kötü eylemlerinin gerçekliğinden bir uzaklaşmayı temsil edecek şekilde kötü niyet içermeyen şeytani eylemler gerçekleştirmişti. Eichmann, ‘bir başkasının bakış açısıyla düşünebilme acizliği’ nedeniyle ‘ne yaptığını hiç fark etmemişti’. Bu özel bilişsel yetkinliğe sahip olmayarak, ‘yanlış yaptığı’nı bilmesini ya da hissetmesini onun için neredeyse imkansız kılan koşullar altında suçlar işlemişti.
Arendt, Eichmann’ın ‘kötülüğün sıradanlığı’nın kolektif özelliklerini şöyle adlandırmıştır: O tabiatı itibariyle kötü değil, fakat sığ ve cahil bir ‘mensup olma meraklısı’ydı. Arendt’in tezinin çağdaş bir yorumlayıcısının ifadesiyle, “Nazi Partisi’ne derin bir ideolojik inançtan kaynaklı değil, amaç ve yön arayışında sürüklenmiş bir adamdır”. Arendt’in anlatımında, Eichmann bize Albert Camus’un bir adamı rastgele ve gelişigüzel şekilde öldüren ancak sonrasında hiçbir pişmanlık duymayan Yabancı romanındaki ana kahramanı hatırlatır. Belli bir niyet ya da bariz bir dürtü yoktur. Eylem yalnızca ‘gerçekleşmiştir’.
Bu, Arendt’in Eichmann’a dair ilk bakışta, biraz da yüzeysel bir izlenimi değildi. İsrail’deki duruşmasından on yıl sonra bile, 1971’de şunları yazmıştır:
“Faildeki (Eichmann), gerçekleştirdiği eylemlerin inkar edilemez kötülüğünü daha derin bir kök veya güdülere kadar takip etmeyi imkânsız kılan apaçık sığlıktan dehşete düşmüştüm. Eylemler korkunçtu, ama en azından şu anda yargılanmakta olan fail ne şeytani ne de canavar gibi değil, oldukça sıradan, bayağıydı.”
Kötülüğün sıradanlığı tezi, tartışma için bir parlama noktasıydı. Arendt eleştirmenlerine göre, Eichmann’ın Nazi soykırımı içinde önemli bir rol oynayabileceği, ancak hiçbir kötü niyetinin olmaması kesinlikle açıklanamaz gibi görünüyordu. Başka bir filozof (ve teolog) olan Gershom Scholem 1963’te Arendt’e, kötülüğün sıradanlığı tezinin “derin bir analizin ürünü olarak kendisini etkilemeyen”, yalnızca bir slogan olduğunu yazmıştı. Roman yazarı ve Arendt’in iyi bir arkadaşı olan Mary McCarthy, şu açık kavrayamayışı dile getirir: “Bana söylediğin şeyin, Eichmann’ın doğal insani meziyetlerden düşünme, bilinç ve vicdandan yoksun olduğu olduğunu düşünüyorum. Ama o zaman zaten düpedüz bir canavar olmuyor mu?”
‘ABSÜRT BİR KONUDAN SAPMA’
Tartışma günümüze kadar devam ediyor. Filozof Alan Wolfe “Politik Kötülük: Nedir ve Nasıl Mücadele Edilir?”de, Arendt’i kötülüğü Eichmann’ın sıradan varlığının sınırlı bağlamında tanımlayarak kötülük meselesini psikolojikleştirmekle- yani kaçınmakla eleştirdi. Wolfe, Arendt’in Eichmann’ın yaptıklarından çok, Eichmann’ın kim olduğu üzerine yoğunlaştığını iddia etti. Arendt eleştirmenlerine göre, Eichmann’ın önemsiz ve banal hayatına bu odaklanma, onun kötü eylemlerine dair ‘absürt bir konudan sapma’ gibi görünüyordu.
Arendt, davadan üç yıl sonra filozof Karl Jaspers’a Eichmann’ın kötülüğünün ‘düşünceye meydan okuması’ olduğunu iddia ederek yazdığında, diğer günümüz eleştirmenleri, Arendt’in Eichmann’daki derin kötüyü kaçırmasına yol açan tarihi hatalarını belgelediler. David Irving’in 2000 yılında karara bağlanan, Holokost-inkarı karalama davası sanığı tarihçi Deborah Lipstadt, İsrail hükümetinin yasal işlemlerde kullanılmak üzere yayınladığı belgelerden aktarır. Bunlar, Eichmann Davası’nda (2011) Lipstadt böyle öne sürer, Arendt’in “sıradan” terimini kullanmasının hatalı olduğunu kanıtlamaktadır:
“İsrail’in duruşmamda kullanması için yayınladığı Eichmann’ın anıları, Arendt’in Eichmann konusunda ne derece yanlış olduğunu ortaya koyuyor. Anılara, Nazi ideolojisine dair ifadeler nüfuz etmişti … Eichmann ırksal saflık fikrini kabul etmiş ve savunmuştu. Lipstadt ayrıca, Arendt’in, Eichmann ve iştirakçilerinin, kendi kötülüklerinden habersiz olsaydı, neden savaş suçlarının kanıtlarını tahrip etmeye çalıştıklarını açıklayamadığını ileri sürmüştür. Kudüs’ten Önce Eichmann’da, Alman tarihçi Bettina Stangneth, kariyer odaklı herhangi bir bürokrat gibi davranan, sıradan, görünüşte apolitik bir adam olmasının yanı sıra, onun başka bir tarafını da ortaya koymaktadır. Nazi gazeteci William Sassen tarafından Eichmann ile yapılan röportajların ses kasetlerinden faydalanan Stangneth, Eichmann’ı Nihai Çözüm’deki rolüne ilişkin herhangi bir pişmanlık ya da suçluluk göstermeyen, bariz şekilde Nazi inançlarına güçlü bir şekilde adanmış, saldırgan bir Nazi ideoloğu- mütevazı bir bürokratın aldatıcı normal kabuğunun içinde yaşayan radikal bir şekilde kötü bir III. Reich operatörü olarak gösterir. Eichmann, ‘düşüncesiz’ olmanın ötesinde, çok sayıda düşünceye sahiptir- sevgili Nazi Partisi adına gerçekleştirilecek çok sayıda soykırım düşüncesine. Kasetlerde, Eichmann bir çeşit Jekyll-ve-Hyde düalizmine başvurmuştur:
“Ben, o “ihtiyatlı bürokrat”, evet kesinlikle bendim. Ama… bu ihtiyatlı bürokrata, doğuştan kanımın özgürlüğü için savaşan, fanatik bir…bir [Nazi] savaşçısı eşlik etmekteydi…”
Arendt, duruşmadan 10 yıl sonra ‘katı ideolojik kanaatler ya da kendine has kötü motiflere dair hiçbir işaret olmadığını’ yazdığında Eichmann’ın bu kökten kötü yanını tamamıyla gözden kaçırmıştır. Sadece bu, kötülüğün sıradanlığı tezinin sıradanlığı -ve yanlışlığının- altını çiziyor. Arendt, hiçbir zaman Eichmann’ın Nazi bürokrasisindeki masum bir “dişli” olduğunu söylememiş ve Eichmann’ı ‘sadece emirleri yerine getirmekle’ savunmamış da olsa- Eichmann’a dair bulgularındaki yaygın yanlış anlamalar da mevcut şekilde- Wolfe ve Lipstadt da dahil olmak üzere eleştirmenler tatminsiz kalmakta.
KÖTÜ OLMAKSIZIN KÖTÜLÜK YAPMAK
Peki, Arendt’in, Eichmann’ın (diğer Almanların yanı sıra) kötü olmaksızın kötülük yaptığı iddiası hakkında ne yapmalıyız? Bu soru bir bilmecedir, zira Arendt, Eichmann’a dair çalışmasını kötünün doğasına doğru genişletmemekle Eichmann’ın kedine has kötülüğünün geniş anlamlarını araştırma fırsatını kaçırmıştır. Eichmann davasından oldukça önce yayınlanan Totalitarizmin Kaynakları’nda Arendt şöyle demiştir:
“Radikal kötüyü kavrayamamamız, Batı felsefe geleneğimizin tamamına içkindir…”
(Kötülüğün Sıradanlığı – Eichmann Kudüs’te, Hannah Arendt, çev: Özge Çelik, Metis Yayınları, 2018.)
Eichmann davasını geleneğin radikal kötülük anlayışını ilerletmek için bir yol olarak kullanmak yerine Arendt, Eichmann’ın kötülüğünün, sıradan yani “düşünmeye bir meydan okuma” olduğunda karar kıldı. Davaya karşı dar bir yasal, resmi yaklaşım benimseyerek- Eichmann’ın suçluluğunun ya da masumiyetinin hukuki gerçeklerinin ötesinde, daha da derin meseleler olmadığını vurguladı- Arendt, kendine Eichmann’ın kötülüğünün daha derin nedenine ulaşma konusunda istemsizce başarısızlık tuzağı kurdu.
Yine de Eichmann Kudüs’te’den önceki yazılarında, aslında tam tersi bir pozisyon almıştır. Totalitarizmin Kaynakları’nda, Nazilerin kötülüğünün sığ ve anlaşılmaz değil, mutlak ve insanlık dışı olduğunu, cehennemin metaforik tecessümü olduğunu ileri sürmüştür: “Toplama kamplarının gerçekliğine Ortaçağın Cehennem resimleri kadar hiçbir şey bir şey benzemez.”
Eichmann davası öncesi yazılarında, Naziler tarafından örneklenen mutlak kötülüğün, insanlığın kendisini yok etmek için küstah, canavarca bir niyetle harekete geçtiğini ilan ederek Arendt, kötülüğün daha derin, daha şeytani yönlerini araştırmaktan geri durmayan FW J Schelling ve Plato gibi filozofların ruhunu aksettiriyordu. Fakat Arendt’in bu görüşü, bürokratik boşluğunu böylesi bir şeytani bolluğu değil fakat sadece yavan bir kariyercilik ve “düşünebilme acizliği” hissi veren Eichmann’la bir araya geldiği zaman değişti. Bu noktada, moral kötülüğe dair daha önceki yaratıcı fikriyatının dikkati dağıldı ve ‘kötülüğün sıradanlığı’ sloganı doğdu. Dahası, Arendt 1975’te öldü: muhtemelen daha uzun yaşamış olsaydı, eleştirmenlerin hala kafasını karıştıran kötülüğün sıradanlığını çevreleyen bilmeceleri netleştirebilirdi. Ama bunu asla bilemeyiz.
Böylece orijinal tezinin kendisiyle kalıyoruz. Tezin arkasındaki temel kafa karışıklığı nedir? Arendt, Eichmann’ın bürokratik sıradanlığı izlenimleri ile, Üçüncü Reich’ın kötü, insanlık dışı eylemlerine dair daha önce duyduğu keskin farkındalığı hiçbir zaman uzlaştırmamıştı. Sıradan görünümlü bir memuru görmüştü, ideolojik olarak kötü bir savaşçıyı değil. Eichmann’ın tekdüze hayatının bu “öteki” canavar kötülükle nasıl bir arada var olabileceği kafasını karıştırdı. Yine de Arendt, Eichmann’ın suçluluğunu hiçbir zaman küçümsemedi, onu defalarca kez bir savaş suçlusu olarak tanımladı ve İsrail mahkemesinin teslim ettiği ölüm cezasında hemfikirdi. Eichmann’ın motifleri, ona göre, muğlak ve düşünceye meydan okurcasına olsa da soykırım eylemleri değildi. Son tahlilde, Arendt, Eichmann’ın kötülüğünün gerçek dehşetini gördü.
(AVLAREMOZ – Thomas White – Türkçesi: Şengül Kılınç – 17.5.2018)