Abdullah Onar’ın olağanüstü hikayeleri... (2)
KIBRIS’TAN HATIRALAR
Dünkü yazımızda da belirtmiş olduğumuz gibi, mimar Abdullah Onar’ın olağanüstü hikayelerini, kızı Anber Onar kaleme almaya başladı ve bunları sevgili babacığı rahmetlik Abdullah Onar için açtığı bir sosyal medya sayfasında paylaşıyor... Sosyal medyada paylaştığı bu öyküleri kitaplaştıracağını da yazıyor Anber Onar... Biz de onu bu güzel çabasından ötürü tebrik ediyoruz... Anber Onar’ın babası Abdullah Onar (nam-ı diğer Abdullah Mulla Ali) ile ilgili paylaştığı öykülerden birkaçını daha bugün yayınlamayı sürdürüyoruz... Bu öyküler, Abdullah Onar’ın doğduğu köy olan Kaleburnu’yla ilgili... Anber Onar, şöyle yazıyor:
“Çerçevedeki Resim Mihriban
Belleğimde en kazınmış Kaleburnu, Mihriban nenemin 1975’te vefatından önceki portresiydi. Babamın babası Mulla Ali 1961 yılında vefat etmişti, yani ben onu hiç tanıyamamıştım. Ancak, biz babaannemi ziyaret için, Kaleburnu’na sık sık giderdik. En azından iki haftada bir hafta sonu, her bayram ve av zamanları.
Kaleburnu ziyaret günü tek sevmediğim şey yolun uzun olmasından dolayı çok sabah kalkmamızdı… ama en önemlisi bu yetmiyormuş gibi, bir de anneme göre, sabahın köründen sağlam kahvaltı yapmamızın gerekliliğiydi. Yumurta, hellim, tereyağlanmış gabira, bal ve daha neler … uffff
Arabaya binerken bir yük eşya da arabaya doldurulurdu tabii… giderken veya orada ihtiyaç duyabileceğimiz her şey en ince ayrıntısına kadar; ablama okumak için kitap (Tommiks, Teksas), bana resim defteri kalem, anneme gazete. Ama daha Lefkoşa’yı çıkmadan birkaç yerden de mutlaka uğrar ailemize götüreceğimiz hediyeler de alınırdı. Artık Pazar başlamış olurdu yani…
O zamanların eğlence anlayışı oldukça farklıydı. Yollar dar ve uzun, arabalar bugünkü konforlardan yoksun, yol boyunca restoran, benzinci veya temel ihtiyaçları karşılayacak kamusal yerler pek yaygın değildi. Bu yüzden yolculuk kültürü de çok farklıydı. 3 saatlik yol boyunca tanıdıklarımızda durur kahve içer, hediye değiş tokuşu yapar, sohbet eder, sosyal hayatlarda farklı keyif alanları oluşturulur, küçükler büyükleri tanıyarak sayar, çocuklar diğer çocuklarla oynardı. İşte böylesi yolculuklarda, usanmayalım diye yolculuk boyunca şarkılar söylenir, hikayeler anlatılır, bilmeceler çözülürdü.
Yolculuklarda Oya’nın (ablam) da, benim da favori oturma yerimiz arka koltuğun tam orta yerinde kolun dayanması için açılan o küçük yastıktı. Her defasında bu konuda kısa, kavgaya dönüşmeyen bir patırtı kütürtü olurdu. Ama iyi ki o abla… “bırak da o küçüktür otursun” ile sonuçlanan durumlarda önce ben oraya kurulurdum, ancak içim pek de bal vermez 10 dakika sonra ablama “hade sıra sende” der yer verirdim. İki saatlik yolun sonuna doğru ise artık bu yer favori olmaktan çıkar, bu defa da arka koltuğun üst gerisinde arka cam ile arada kalan minik yere upuzun sıkışır yatardık—şimdiki arabaların tasarımlarında böyle bir yer artık mevcut olmadığı gibi bir de o zamanlarda, bugünün kurallarında olan güvenlik kemeri kullanmak da yoktu—genelinde kısa kısa molalarla aslında çok eğlenceliydi araba yolculukları.
Böyle bir atmosferde adamızın bu coğrafyasındaki tüm köy karakterlerini doğal olarak özümsetirdi babam bize. Kaleburnu’na giden yol boyunca, her köyün ismini tek tek önceden bildirir ablamla yarışır, hangi köyün hangisinden önce geldiğini bildiğimizi babama kanıtlardık.
Trigomo
Monarga
Boğaz
Aytotoro
Livatya
Yolculuk hep heyecanlarla doluydu… bir sonraki köyün adını kim bilecek?
Galatya
Vasili
Ziyamet
Aysimiyo
Gorovya
Galeburnu
Yolun neresinde güzel tümsek var ki, oturduğumuz koltuklardan fırlayıp “hoooppppacık” diyeceğiz?… gibi bir sürü detay.
Kaleburnu o zamanlar Lefkoşa’dan çok uzaktı, Hem yollar dar ve kıvrımlı hem de hız yapabilme imkânı çok kısıtlıydı. Bu yüzden bizim sıkılmamamız için babamın taktilerinden biri de bize “benziiin” diye seslenmesiydi. Bunun anlamı da “yanağıma bir öpücük hade” idi. Babam çok sevecen bir insandı. Bize kızması nadirdi, ve asla yüksek sesle değil. O işi anneme devretmiş durumdaydı, o da iyice hakkını veriyordu doğrusu. Babamsa genelde bizimle el ele kucak kucağa hep sevecen.
Ama bu arada geçtiğimiz her yerin yenebilecek yabani otları, oralarda yetiştirilen veya yapılan herşeyi—enginar, ıspanak, ayrelli, gavulya, lapsana, çitlemit, alıç, iğde, gınnab, mersin, muşmula, susam, harnıp, pekmez, sucuk, dilifti, şinnorabitta, domates, kavun, karpuz, şekerli sıcacık taze hellim—tadar ve onlardan zevk almasını öğrenirdik. Singrasi köyüne yakın bir yerlerde şanslıysak develere bile binerdik daha Kaleburnu’na varmadan. Ama şansımızın hiçbir zaman yaver gitmediği bir şey vardı hep, o da sabah yediğimiz kahvaltının 2 saat boyunca kıvrılan yollarda sallanıp alt üst olan midelerimizin asla hazmedemeyeceği gerçeğiydi. Bu gerçek genelde hazin bir şekilde sonlanır ablamla beni yolculuğun sonlarına doğru per perişan ederdi.
Kaleburnu’na vardığımızda, sabah kahvaltımızın büyük bir bölümünü, yol kıvrımlarının birinin kenarında bırakmış, benizlerimiz solgun olurdu. Ama varıştan çok kısa bir süre sonra hayata dönmek için gerekli ortam aniden öyle bir kurulurdu ki… ve hayat tekrar başlardı…
Arabayı görür görmez köydeki tüm çocuklar, yeğenlerim, aile hep birlikte bizi karşılardı. Genelde de köyün ortasına vardığımızda, bizi karşılamaya gelmiş küçük yeğenlerimiz olurdu. Eve varışımıza son 100 metreyi onlar arabanın arkasından koşarak karşılarlar, her varışımızda âdeta bir bayram havası yaratılırdı. Babaannem 9 evladını da çok severdi, ama babam onun için bir başkaydı. Belki en küçük erkek çocuğu olduğu içindi bilemeyeceğim ama bunu dillendirmekten de kaçınmazdı.
Onu Rumca “hoş geldin oğlum/kalós gio mou” diye karşılardı. Babaannem bir fotoğraf gibi gözümün önünde; tipik bir Kaleburnu giyim tarzıyla, uzun boylu, yüzünde derin çizgilerden oluşmuş güçlü karakterini yansıtan bir ifade, başında iki örgü halinde omuzlarından göğsüne uzanan saçlarının üzerine atılmış beyaz yemenisi. Genelde gri tonlardan oluşan yollu elbisesi, kemeri ve onun altında uçları bileklerine yakın elle işlenmiş dantel bezeli bembeyaz uzun iç pantolonu...
HAZİNE
1. Annanna
Yıllar sonra kendi başıma Kaleburnu’nu gezmeye gidiyorum. Belki de babam yanımda olmadan ilk kez... Birçok şey aynen duruyor, arabamı köyün yollarına bırakmış düşünmeden ilerliyorum, ama aniden bir yer bana âşina geliyor ve duruyorum.
Buraya ait çok hikâyeler vardı zihnimde… Babamın bana küçüklüğünü anlattığı yer, onun evinin olduğu, köylülerin gelip, içme suyunu aldığı yerdi burası. Hatta Mustafa Amca’mın, ben çocukken (1970’lerde) buraları ekip biçip, meyve ağaçları ve kuşlarla donatıp, tam bir cennete dönüştürdüğü zamanlar gözümün önüne geliyor. Ve bana anlattığı hikâye:
“Çok çok eski zamanlarda guraklıklar olunca eski insanlar yağmur duğasına çıkallardı. Gene bir sene hiç yağmur olmayınca, ekinner gurumuş, guyularda da su galmamış. Napsın köylüler? Çıkmışlar hep beraber yağmur duğasına. Ansızdan gök gürülemiş, bulutlar gapgara olmuş, bir tufan çıkmış. İnsanlar ora bura goşturmuşlar saklansınnar ama aniden göğ yarılmış, arasından bir ışık düşmüş o tepeye. Herkes sessiz sessiz bakagalmış göğe ki... bulutların arasından melek gibin, güzel mi güzel bir gadın görünmüş. Sonra bu gayaya elini uzadıp dokunup yoğolmuş, dokunduğu yerden bu pınar fışkırmaya başlamış, bir da arkasından gürül gürül bir yağmur yağmış ki hiç sorma… günlerce durmamış. Köylüler tarlalarını tımar etmişler, meyveler sebzeler yetiştirmişler, hayvanlarına bol yem çıkmış…
O gün bugündür, köylüler inandılar ki, kutsal gadın pınarın suyu, o guvvatlı ışık da tepelerdeki altın hazineye dönüşdü. Onun için insannar dayma gazallar bu toprakları altın bulacaklar diye, ama toprak bulullar (gülümseme), hazineyi daha bulan olmadı. Ama yıllar sonra bu kutsal yere Ay Anna Kilisesi yapıldı. O günden sonra biz burayı, şimdi kilise yıkılmış (1958) olsa da, Annanna diye bildik. Gene insanlar gelliller burda yağmur duası yapallar.”
2. Yağmur Duası
Amcamın bana anlattığı bu hikâye beni çok etkilemişti ve emin olmak için, bir de batıl inançları olmayan babama da sormuştum:
“Ben da hatırlarım daha okula giderken (1940’lar), civar köylerden da buraya gelip duğa edellerdi yağmur için. Mulla Ali deden, o zamanlarda köyün hocasıyken, çok galabalık bir ayin yapıldıydı. Rumlar geldiler papazlarıynan, ikonlarıynan taa Apostolos Andreas’tan ve bizim camiiden da toplandık köylülernan hep beraber ve dua ettik yağmur için. Ama çook kalabalık...”
Eee, yağmur yağdı mıydı?
Yağdıydı be babacığım (kahkaha).
Peki sence bu tepelerde altın hazine de var mı gerçekten?
Yook, yook ama, buralar çok eski yerleşim yerleri olduğu için altın da çıkar bazan. Mezarlardan falan… hatta be babacığım, burada inşaat yaparken, binaların temellerini gazarken da bulunan altınlar olduydu.
Babamın bu anlattıkları ile amcamın bana anlatmış olduğu hikâye birçok yönden biribirini destekliyordu. Yani insanlar, yıllar boyu çok benzer ve ortak inanışlarla bu topraklarda hayat sürmüşler. Yıllar içerisinde birçok antika buluntu yanında, Vasili/Kral Tepesi’ndeki Tunç Devrine ait buluntuların da gün yüzüne çıkmasıyla, bu tepelerin altında daha çok medeniyetlerden kalıntılar olduğu belliydi.
Annanna topraklarının altındaki gizli hazinenin gerçek olup olmadığını sorgulasam da, bu kadar yıl geçmişi olan böyle bir yerin kutsallığının, altın hazinelerinden değil, bir araya gelen insanların, din, dil, ırk ayırımı yapmaksızın, ortak bir amaç uğruna doğan inançlarından olduğu kesindir.
3. Mezarlık
Uzun bir yolculuk sonrası arabadan inmek ve biraz gerneşmek istersin. Temiz havayı içine çekerek etrafına bakınırsın. Artık hareket etmediğini ve herşeyin durağanlığını farkedersin. Sonra ilk gördüğün ilginç bir yerlere odaklanırsın ve bu kez de hayal gücün hareketlenir. Sorular sorar, gördüğünü anlamaya çalışırsın sessizce. Dışardan hiç kimsenin müdahale etmesini de istemezsin tam o anda:
“Buraya çocuklar, dedenizin mezarı bu tarafta, etrafa dikkat edin, yılan olabilir, havalar ısındı artık…”
Ama karşınızdaki manzara bir mezarlıktan çok, yaşayan bir mekânı duyumsatıyor, hem de çok özel ve farklı bir mekânı. Bakacak görecek o kadar çok farklı şey var ki... Çoğu doğal taşlardan yapılmış birer eski eser gibi duran mezarlar, yeni olanlar arasında kocaman anıtlar ve hemen hepsinin üzerinde elle/fırçayla yazılmış yazılar. Çoğunluğu okunamayacak kadar resimsel, ses verecek kadar şiirsel olan bu yazıların hangi dilde —Eski Türkçe, Arapça, Rumca— olduğu anlaşılmasa bile, insana çok özel bir duygu geçiriyor. Çocukluğumda mezarlık olarak tanıdığım ilk yer burasıydı işte; Bayramlarda ilk ziyaret ettiğimiz yer, Kaleburnu köyünün girişindeki mezarlık.
Belleğimdeki bu mezarlığı yıllar sonra Kral Tepesi’ni ziyarete gittiğimiz zaman tekrardan değişik bir biçimde farkediyorum. Akşamüzeri, güneşin tepelerin arkasına geçip de köye koyu bir gölge düşürdüğü sırada, henüz köyde tek bir ışığın bile açılmadığı evlere karşın, ışıl ışıl yanan lambalarla aydınlanıyor mezarlık. O anda, Kral Tepesi’nden mezarlığa uzanan görsel mesafede oluşan ruhani bağı ve zaman içerisinde buralara sinmiş tüm kültürleri, içimde duyumsuyorum.
KALEBURNULU BABALİKİ
Gallinoporni/Kaleburnu: Güzel sabah, Fransız hayat kadını, kalenin burnu gibi daha birçok anlamların üzerine yüklendiği köyün ismidir. Kimi kaynaklarda linobambakilerin yerleşim yeri, kimi yerlerde Osmanlı ailelerinin yerleştirildiği yer olarak bahsedilse de, hiçbirinin ağırlık kazanmadığını görebilirken, burada yaşayan halkın Rumcayı anadilleri gibi konuşurken, Türk milliyetçilikleri ve müslümanlıklarının da ayni anda ön planda olduğunu görmekteyiz. Oldukça karşıt gibi duran tüm bu öğelerin hep bir arada yan yana durması ve hiçbir kalıba girmemesi de enteresandır.
Babamın çocukluk ortamını daha da iyi anlamak için, zaman zaman, köyden birçok insanla konuşuyor hikayeler öğrenmek itiyordum. Yine bir gün, Kaleburnu kökenli arkadaşım Ali ve Hulusi Denker’in babası, Hasan Bey ile bir söyleşi gerçekleştirmiştim. Hasan Denker en küçük halamın sınıf arkadaşı idi ve sohbet ederken, anlattığı Ali Babaliki hikayesi beni çok etkilemişti.
Çocukken gittiğimiz köy ziyaretlerimizde, Babaliki’lerden Ayşe Hanım, ziyeret ettiklerimizdendi. Onun evinin içi tertemiz ve bahçesinde çok büyük bir fitne ağacı olduğunu, evinin içinin bu harika çiçekle koktuğunu dün gibi hatırlıyorum. Bu evin pek yakınında ise, köyün en haşmetli yapılarından biri olan, Babaliki Kahvehanesi vardı.
Babamın Babaliki Ailesine hem köyde bir ev, hem de Mağusa’da iş yerileri tasarladığını, hatta köydeki evlerinin temelleri kazılırken orada küpler içinde altınlar bulunduğu da aileyle ilgili bildiğim birkaç şey arasındaydı.
Ali Babaliki 1885 doğumlu köyün zenginlerindendi hem reşberlik hem de ticatet yapıyordu… 1. Dünya Savaşında Kıbrıs İngiliz İdares altındayken, İngilizler Yunanlılarla müttefik, Türkler ise Almanya ile müttefik iken, Ali Babaliki bir Kıbrıslı Türk olarak Türkiye’ye bağlılığını ve Atatürk’ün yanında olduğunu çeşitli şekillerde göstermektedir. Hasan Denker’in burada bana anlattığı hikayesi diğer anlatılanlardan az bir farklılık gösterse de burada onun hikayesi bire bir babasından olduğu için daha kişisel anlatılmıştır.
Hasan Denker (14 Nisan 1916) :
“Ali Babaliki 1920 senesinde Kaleburnu’nda gayri resmi bir gümrük kurdu. Gayrıresmi Mısır, Lübnan’la alışveriş yapardı. Ama gece yapardı bu işi.
Onun memuru da babamıdı, babam Mehmetçik’te Ruşdi diye bir okul vardı--şimdi lise deller ona--onu bitirdiydi, sıra arkadaşı da Zeka Efendiydi (sonradan ilk Kıbrıslı Türk Yüksek Hakim). Sonradan babamla buluştuklarında parola gibi hoş geldin 11 numara, hoş geldin 12 numara dellerdi. Bir gün ben da bulundum oralarda… “ama nedir bu parolalar?” dedim… “e sınıf numaralarmızdır” dediler.
Babam okumak istediydi Ruşdi’yi bitirinca ama yeğeni Ali efendi (Ali Babaliki) dedi “yok sen benim memurum olacaksın, ben anlaştım bazı Arap tütcarlarınan, sen da kayıt kuyud tutacaksın, tartı işlerini falan”… öyle yaparlardı… Mal Lübnan’dan yelkenli gemilernan gelirimiş, babam anlatırdı, hatta babam da giderdi Lübnan’a da mal alırdı… Ben babamdan öyle duydum. Aşağa yokarı derdi… Kaleburnu’ndan Lübnan’a 40 deniz miliymiş… “Gece binerdik, sabah ordaydık”… hep fenerlernan parolalarnan yapardılar işlerini çünkü gayrıresmi, İngiliz hükümetinden, gizli yapardık. Ondan benzin, lambasuyu alırdık… çünkü eskiden elektrik yoğudu, lamba yakallardı, o çok satılırdı ama benzin fazla satılmazdı… Ali Babaliki onları dağlarda mağralara yığardı. Ali efendinin müthiş Atatürk sevgisi vardı. Babam anlatırdı, daima Mısır’dan ordan burdan gelenlerden gazete getirirdi ve Atatürk’ün zaferlerini bayram yapardı evinde diyor. Ne zaman 1923 Atatük Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu, Ali Efendi deniz yoluynan bizim köyden geçmiş Mısır’a ve oradan Türkiye’ye gitmiş ve Atatürk’ünan görüşmüş. Atatürk’e “Dile benden ne dilarsan” demiş. Atatürk “Ne dileyim? Çok şükür halkım çalışkandır herşeyi üretir, yalnız paramız yoktur benzin getiremiyoruz vasıtalarımız durdu çalışmaz” demiş… Ali Efendi “Aman Efendim” demiş “istediğiniz benzin vereyim size, gönderin gemilerinizi vereyim”, bir de çıkarmış cebinden haritayı, “işte buraya Kaleburunu köyüne gönder.” Atatürk “Rafinen mi var senin?” var demiş …
Ve gece gellilermiş fenerlernan, yükledillermiş tenekelerde benzinleri… Gidellerdi Türkiye’ye, parasız, bedava.
Öyle böyle 1925’de köyden iki gişi Ali Efendi’ye düşman kesildiler, Ali beyi gidip İngiliz hükümetine ihbar ettiler. İngiliz bir manga asker gönderdi köye, sardılar köyü, girişi çıkışı yasakladı. Ali Efendi’nin evini, ambarlarını, ahırlrını, samanlıklarını herşeyi alt üst ettiler. E bulamadılar benzini. E Ali bey o gadar akılsızıdı?.. Dağlarda tepelerde saklardı, adamları varıdı belker. Bulamayınca da aldılar Ali beyi Girne kalesinde 6 ay hapis ettiler… Orda zaturiye oldu, sonra köye geldi, İstanbul’a gitti, Atatürk ilgilenmiş, en eyi doktorları seferber etmiş, ama onun ilacını bulamadılar, vefat etti adam.”
Abdullah Onar için kızı Anber Onar’ın açtığı sayfanın link’i ise şöyle:
https://www.facebook.com/ArchitectOnar