“Abohor usulü odun ateşinde pişmiş golifa…” 4
MESARYA’DAN HATIRALAR…
*** Bir çocuğun savaş güncesi…
Dr. Derviş ÖZER
9 Agustos
En kötü gündü. Günlerden sonra, golifa üstüne içilen et suyu hepimizin midesini ve bağırsaklarını bozmuştu.
Ve dağlara taşlara destan yazılıyordu. Etraf kokudan geçilmiyordu. Bence goca goyun helal değildi ve bizi bozmuştu. Hem de iyi bozmuştu.
10 Ağustos
Artık aşırı ishalden yaşlılar yerinden kıpırdayamaz haldeydiler ve canları da artık golifa istemez olmuştu. Genç ve iyi olanlar aralarında konuşuyorlardı ilk önce kim ölecek diye. Kimin dua bildiği, kimin ne yapması ve gömülme işi nasıl yapılması gerekir diye anlaşmaya çalışıyorlardı.
11 Ağustos
Olmayan umutlarımız da tükeniyordu. Artık barış olmayacak ve bu savaş bitmeyecekti. İlk önce yaşlılar, sonrada biz, burada ölüp gidecektik. Artık kimse kimseyle konuşmuyor, sadece eski mücahit radyoyu dinliyor ve yorum bile yapmıyordu. Zaten yapsa ne olacaktı. Yaptığı bütün yorumlar hep yanlış çıkmıştı.
12 Ağustos
Bu böyle olmazdı, açlıktan ve hastalıktan öleceğimize köye gidip yiyecek bir şeyler alınıp getirilmeliydi ve bir de köyde ne var ne yok öğrenilmeliydi. İki kişi seçildi. Birisi eski mücahit ki şu silahını saklayan diğeri ise esirlikten kaçan. İkisi de gece olunca yola çıktılar ve köye gittiler.
13 Ağustos
Sabah kuru ekmeği süte ufalayıp içtik. Çünkü köyden kuru ekmekle filizlenmiş patates getirmişlerdi. Köyde hayvanlar sokaklarda ölmüş, etrafta başıboş hayvanlar dolaşıyormuş. Ve birçok evin yandığından bahsediliyordu. Daha fazla da bir şey görmemişler.
Akşamki yemeğimiz çok tuzla terbiyeli ve filizlendirilmiş patates ve golifaydı.
Evet, köyden tuz getirmişlerdi ve tuzu yaladık. Tekrar tekrar yaladık ve yaşlıların tuzla beraber gözleri ışıldadı. Vücutları su tutup kırışıkları azaldı.
Mutluyduk, neşemiz yerine gelmişti. Tuzumuz vardı ve bugün farklı bir yemek yenmişti.
İki gündür radyo da dinlenmiyordu.
14 Ağustos
Sabah top atışları ve uçak sesleri ile uyandık. Hemen tepenin üstüne çıkıp ay ve yıldız çizdiğimiz battaniyeyi iyice gerdik ve üzerindeki ay ve yıldızı tekrar yaptık.
Ne olduğunu bilmiyorduk. Radyoyu açtık. İkinci savaş başlamıştı ve durmaksızın devam ediyordu. Top sesleri yaklaşıyordu. Ama biz buna bir anlam veremiyorduk.
Beklemek çok kötü bir şey.
Yaşlılar, birer baykuş olmuş çıkmışlardı. Hep ama hep kötü şeylerden bahsediyorlardı. Yensek de yenilsek de kaybedeceğiz diyordu birisi. Birisi ona laf atıyordu ve savaşın içinde, bir savaş da bizim aramızda yaşanıyordu. Ve bütün bunların arkasından bir sessizlik oldu. Kafalar hep boğazın ağzına dönmüştü. Beş altı silahlı Rum askeri köyden taraf gelip bizi buldu. Ağızları damakları kurumuştu. Bizden su istediler. Ve biz de onlara su verdik. Bazılarımız arabanın altına saklandı, bazılarımız tepelerin arkasına kaçtı. Ama gelenler, bizden sadece su istediler ve dağlara Alevkayası’na doğru tırmanmaya başladılar. Ne olduğunu anlamamıştık. Bir saat sonra yine üstleri başları dökülen Rum askerleri geldi. Bizden su isteyip, asker görüp görmediğimizi sordular ve dağlara doğru gittiler.
Radyodan kurtulduğumuzu öğrenmiştik. Denktaş durmaksızın konuşuyordu ve biz magarına tenceremizi alarak köye döndük. Çok yaşlılar, yürüyemeyecek olanlar bir gün daha kaldı ve köyden arabayla alındılar. Helal olması için kesilen goca goyunun parasını anında ödedik. Ayrıca ufalayıp yediğimiz buğdayın da parasını ödedik.
Günlerden sonra yanık da, yıkık da olsa evlerimize kavuştuk. Gerçi yatacak yer yoktu, her taraf pislik içindeydi ama yine de bir damın altında yatmak ve kısıtlanmadan tuz yiyebilmek büyük mutluluktu.
Şimdi biz bu geçen yirmi altı günün şakasını ediyoruz. Birbirimize soruyoruz. Odun ateşinde pişmiş Abohor usulü golifayı en güzel kim pişiriyordu diye. Ya da soruyorduk bize helal olmayan iki kuzu kime helal olmuştu.
İşte böyle, Beşparmaklar’ın altında, Zeytinli Boğaz denilen vadide, yirmi altı gün on sekiz kişi kavga ederek, aç kalarak ve ölümden saklanarak yaşadık. Zor günlerdi. Bugün düşününce bütün yaşadıklarımız evcilik oyunu gibi geliyor. Evet, sanki bir oyundu. Bir oyun oynanıyordu ve bütün bir ada bu oyunun içinde idi. Ölümler de oyundu, açlık da, yaralanmalar da, kayıplar da, oğullarını bekleyen analar da ve yerlerimizden olmalar da bir oyundu.
Bugün bile bütün bu olanlar oyun gibi geliyor bana.
(DR. DERVİŞ ÖZER – KASIM 2014)