Absürd Akıma Kıbrıs Cenahından Bakış: Tek Kişilik Cinayet
Acılar, ölümler, göçler ve yurtsuzluk, bir yere ait olamama hissi. Kıbrıslı yazarın oyununun da kabaca bir özetidir bu yakın tarih acısı.
Ceren Kahraman Ermişoğlu*
[email protected]
19. ve 20.yy’da insanların toplumsal yaşamında dramatik değişimler olmuştur. Sanayi devrimi ile kırsal yaşam çehresini kentsel yaşama dönerken, diğer yandan imparatorluklar yıkılıp yerini ulus devletlere, feodalizm kapitalizme, toprak ağaları ise burjuvalara devreder. Tüm değişimlerle birlikte dünyada da önemli bir nüfus hareketliliği zuhur etmiştir. Toplumsal yaşamdaki bu hızlı değişim yeni şekillenen burjuva sınıfının sanata olan duyarlılığı ile kendini sanatta da gösterir ve sanat tarihinde daha öncesinde görülmediği kadar akım ve sanatsal ürün ortaya çıkar.
19. yy’da değişen sosyo-ekonomik yapı, günümüzün de kültürel ve sosyal temelini inşa etmekte önemli paya sahiptir. 20. yy’da ise insanlık bir başka baht dönüşüne şahit olmuştur. 1920’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkan Büyük Ekonomik Buhran akabinde 1940’larda patlak veren II. Dünya Savaşı. Bu savaşın başkahramanı Nazi Almanyasının, başta Almanya ve sonrasında tüm Avrupa’da faşizan uygulamaları ile toplumlar korku, güvensizlik ve geleceksizlik gibi karanlık ve karamsar duyguların dehlizlerinde kaybolmuşlar; saçmalıkların, boşuna çabaların içine düşmüşlerdir. Modernist edebi türlerden biri olan ve uyumsuz anlamı taşıyan ‘Absürd’ de bu çalkantılı dönemde ortaya çıkmış, daha ziyade de tiyatro oyunlarında etkisini hissettirmiştir.
II. Dünya Savaşı çocukları olan İonesco, Beckett, Albi, Pinter, Adamov gibi yazarlar eserlerinde umutsuzluk, umutsuzca bekleyiş, hiçbir şey olmaması, iletişimsizlik gibi konuları işlemişlerdir. Bu yazarlar eserlerini yazarlarken kendilerini hiçbir zaman aynı veya benzer bir sanat akımının temsilcileri olarak görmemişlerdir. Ama bu oyunların yukarıda saydığımız gibi birbirine benzer duygu halleri, temalarının, içerik ve biçimlerinin aynı olmasına mahsuben Martin Essen bütüncül bir yaklaşımla bu yazarları bir başlık altına toplamıştır: Absürd.
Kimi eserler Absürd akıma mensup bir yaklaşımla yazılırken, kimi zaman da J.P. Sartre gibi başka akımlara mensup yazarların da eserlerinde absürd nüvelere rastlanması olasıdır. Hatta akımın çıktığı dönemden önce yaşayan Anton Çehov’un öykülerinde ve oyunlarında da bu uyumsuzluğu rahatlıkla görmekteyiz. Yazarın Vişne Bahçesi isimli oyununda; oyun boyunca kahramanlar bulundukları yerden uzaklaşma gailesini dile getirseler de, hayatlarını değiştirecek hiçbir girişimde bulunmazlar, nihayetinde yine aynı sıkıntılı hayatlarına devam ederler.
Akımın ortaya çıktığı dönem ve temsilcilerinin yanı sıra Absürd akımın sacayaklarına kısaca bakacak olursak; iletişimsizlik dönem eserlerinde en sık rastlanan öğelerden biridir. Birçok eserde karakterlerin uzun ve anlamsız monologları yer alır. Bu eserler cevapsız bırakılan sorular, soru ile ilgisi olmayan cevaplar içerir. Yoğun bir yabancılaşma hissedilir eserlerde. Hatta yabancılaşma gerçeklik algısını çarpıtacak düzeydedir. Örneğin Ionesco’nun Amedee adlı oyununda karı koca aynı evde iken, evde bir de ceset bulunmaktadır ve bu cesedin kim ya da ne olduğuna dair oyunda hiçbir bilgi yoktur. Ceset oyun boyunca büyür ve oyunun sonunda bir ayağı evin penceresinden taşacak ebada ulaşır. Akımın bir diğer özelliği de kişilerin sıklıkla anti-kahraman olmasıdır. Doğru şeyler yapma zorunlulukları yoktur bu kahramanların ve bizatihi yaptıkları yanlış edimlerden dolayı hiçbir ahlaki eleştiriye uğramazlar. Misal, Edwart Albee’nin Hayvanat Bahçesi Hikâyesi’nde oyun kahramanı Jerry oyun sonunda kendini öldürür ve diğer tek oyun kişisi Peter’in çok büyük bir acı çekmesine neden olur.
Akımın önemli bir diğer teması ise umutsuzluktur. Godot’yu Beklerken’de umutsuz bir bekleyiş vardır ve bekleyenler beklediklerinin ne olduğunu bilmeden, hiçbir zaman da gelmeyeceğini düşünerek beklerler. Oyundaki Godot’nun ne ya da kim olduğu belirtilmemesine rağmen İncil’e yapılan atıflardan kavramın tanrı olacağı ihtimali de çıkmaktadır. Ne var ki tanrı da gelmeyecektir ve insanlığı kurtarmayacaktır.
Romanlarda absürd akıma dair birçok öğe karşımıza çıksa da daha ziyade bu yaklaşım kendini, görsel ve işitsel nüveler içermesine mahsuben, ağırlıklı olarak dönemin popüler gösteri sanatı tiyatroda göstermiştir ve Absürd Tiyatro hususunda da ciddi kuramsal çalışmalar yapılmıştır.
Absürd Tiyatro metinlerine kabaca bakacak olursak; absürd bir tiyatro oyununda, olay örgüsü, giriş-gelişme-sonuç, doruk noktası, nedensellik gibi geleneksel tiyatro biçimlerinde aranan özellikler aranamaz. Çünkü yazarlar, eserlerini kaleme alırlarken zaten bunları amaçlamamışlardır. Amaçlamadıkları bir şey için eleştirilemezler. Beckett, Godot’yu Beklerken adlı oyununda insanın hiçbir şey olamayacağını anlatmaktadır. Dolayısıyla Beckett’e oyunlarında neden hiçbir şey olmuyor diye sormak, Mimar Sinan’a Selimiye Camii’nde neden çan yok demek kadar “absürd”dür.
Varlığını daha ziyade tiyatroda hissettiren bu akım, alışılagelmiş tiyatro biçeminin dışında anti-kahramanlardan müteşekkil, hiçbir şeyin zuhur bulmadığı grotesktir. Mağusa doğumlu genç yazarlardan biri olan Ali Doğanbay’ın 2006’da Mitos tarafından düzenlenen 1. Oyun Yazma Yarışması’nda ödül alan oyunu “Tek kişilik Cinayet” tek perdelik bir absürd oyundur. Mekân bir otel odasıdır. Sevdiğine telefonla ulaşmaya çalışan, aşkına karşılık bulamamaktan muzdarip Osman’ın Sevil’i kendince kah sevilip kah sevilmediği ikilemleriyle bir otel odasında bekleyişi ile başlar oyun. Sevil tarafından sevilmediğini idrak ederse de kendini öldürmeye niyetlidir Osman Adam. Hızla devirdiği viskiler eşliğinde yaşadığı serbest çağrışımlarla Osman Adam-Sevil aşkını öğrenmeye çalışırken bir zaman sonra bu adamın çalıştığı okuldan atılmış, Esra isimli bir eşe ve 3 çocuğa sahip zavallı bir fizik öğretmeni olduğunu anlarız. Bir otel odasında adamın hayatını okuyucu/izleyici, metnin ilk yarısından sonra değiştirir kafasında kurduğu biçiminden. Kiraladığı otel odasında yalnız, ölümünden dünyanın geri kalanının bihaber kalacağı intiharını seçtiğini sandığımız Osman, ana haber bültenlerinde bir papaz ile üç yavrucağı rehin almış bir adam olarak zuhur eder. Ancak yine de otel odasında başlayan oyun hiçbir şey olmadan biter, otel odasında.
Absürd akımın alametifarikası olan yabancılaşma, oyunda iki katmanlıdır. Birincisi absürd akımlarda aşina olduğumuz bireyin yabancılaşması meselesidir. Bu minval üzerine, Osman’ın kendini tanıyamaması Sevil’i seven umutsuz bir âşık mı yoksa cinnet geçiren iki çocuk babası işisiz bir öğretmen mi muamması oyun boyunca bâki kalmaktadır. Diğer katman ise absürd eserlerde sık karşılaşmadığımız epik bir yabancılaşmadır. “Hayır, gelip bakamazsınız… Niye mi? Oyun tek kişilik. Yani bence bir sakıncası yok ama oyun bunu kaldıramayabilir.” (s.5) “Sanırım, alkol beni yanıltmıyorsa dördüncü sayfada neden gelemeyeceğinizi söylemiştim.” (s.9)
Oyun, II. Dünya Savaşı’nın doğurduğu çocuklardan olan absürd akım dönemine ihanet etmeyerek güvensizlik, yalnızlık ve iletişimsizlik gibi kavramlara haizdir. Oyun boyunca seyirci sadece oyun kişisini görür sahnede. Tüm olay örgüsünü, yanlış ya da doğru anlamaları hep Osman’ın gözünden keşfetmeye çalışırız. Osman yalnızlığa atıfta bulunulan o müstesna şarkıdaki gibi viski ve sigarayı tek dost edinmiştir oyun boyunca.
“ADAM- Ben varım. Fakat bende çok kişi var onu çözemiyoruz.
1.SES- Tam sayı verecek misiniz?
ADAM- Osman var, iki kız bir papaz var, oğlanı bekliyoruz elimize gelirse açacağız. Sizde ne var?
1.SES- Evet masum bir çocuk şu an bir manyağın elinde sevgili seyirciler. Fakat papaz ne alaka?
ADAM- Ben de onu diyorum. Ne alaka? Ayrıca bir karım, bir de Niyazi, çeşitli ses ve ebatlarda Rüknettin ve telefonda ağlayan adam var. Hepsiyle sessel olarak tanışıyoruz.” (s.17) diyalogları ya da monologları seyirciye/okura yalnızlık ve iletişimsizlik hissini yaşatmaktadır.
“Bireyin toplum içinde ezilip yok olması, onun değişmez bir yazgısı olarak gösteriliyordu bize. Acaba sevgiye, güvene, arkadaşlığa dayanan bireysel ilişkiler onu yok olmadan kurtarabilir mi? Absürd tiyatro yazarları bu sorunun üzerinde dururlarken, en sıkı insan ilişkilerine dek sokuluyorlar. Aile mutluluğu ve arkadaşlık, bunların yapıtlarında hemen hemen ortak bir konu oluyor (1). Ali Doğanbay da burnunu bu ilişkilere sokuyor oyununda. Sevil’i sevilesi görmeye saplanıp kalan Osman, toplum tarafından temel değer olarak kabul edilen ailesine yabancıdır, hatta onları tanımamaktadır oyun boyunca. “Karım zaten yok. O, karım değil. Karım olmayınca çocuk olma durumu kökten imkânsız. Kim uyduruyor bunları? Kapatmak zorundayım, bana Sevil bulunacak…” (s.24) Böyle bir evlilik yok mu, yoksa bireyin kendine ve topluma yabancılaşması toplumun en küçük çekirdeği olan ailesine de yabancılaşmasını mı getirdi? Bu soruların hepsinin cevabı izleyiciye bırakılmış müphemiyetlerdendir.
Akımın mottolarından biri de şudur: Akıllıca olduğu sanılan yöntemler, çözümler, yeni açmazlar ve kaoslar yaratmaktan başka bir işe yaramaz, uyumsuzluk yaratabilir ancak. Bu da motto akımın ismi ile de müsemmadır; ayrıca ne de olsa söz konusu akım da “Uyumsuz Tiyatro”dur. Oyun boyunca Osman’a kimliğini hatırlatmaya çalışan yakın dostu Niyazi ile yaptığı her telefon görüşmesi yeni bir kaos yaratır Osman’ın otel odasından müteşekkil dünyasında. Niyazi’nin Osman’ın hayatı ve kimliği ile ilgili verdiği her akıllıca bilgi Osman Adam’ın biraz daha yalnızlaşmasına, korkmasına ve hayatın anlamsızlığına biraz daha yaklaşmasına sebep olur sadece. “ADAM- Benim adım ne Niyazi?... Osman’sa bu pezevenk kaç sayfadır niye adam diye geçiriyor beni?... Adamdan mı sayılmıyorum ben Niyazi?... Niyazi daha can alıcı bir soru sorayım, Osman kim?... Ne mi yapıyorum Niyazi?... Osman ve ben sandığım hayatımı katlediyorum o da yetmiyordu Niyazi üstüne üstlük cinayet süsü veriyordum. Niyazi daha yeni tanıştık ama her şeyi anlatıyorum sana…”
Absürd akımın önemli mihmandarlarından ironi, hâlihazırda Osman’ın trajik konumu, diyaloglar üzerindeki zıtlıklar ve kıvrak kelime oyunları vasıtasıyla eserde sık sık karşısına çıkar okuyucu/izleyicinin.
“I. SES- Beyefendi. Bir fizik öğretmenine ve bir eğitimciye yaptıklarınız hiç yakışmıyor.
ADAM- Yaptıklarım yapacaklarımın bir teminatıdır sunucu bayan. Hanımefendi sorunuzu tam anlayamadım fakat bir fizik öğretmenine yakışan nedir?... Her gün kafamıza elma düşmüyor hanımefendi. Ayrıca sizin ana haber bitene kadar kendimi öldürmüş olurum telaş etmeyiniz” (s.29)
Ancak absürd akımın mihenk taşları Ionesco, Beckett, Pinter gibi yazarların eserlerinde aşina olmadığımız bir durum çıkar Ali Doğanbay’ın “Tek kişilik Cinayet”inde: Güncel göndermeler. “Kıbrıs mı daha mesele?... Bizi Avrupa’ya alacaklarsa Kıbrıs’ı verelim.” (s.32)
Otel odasında aşkına karşılık arayan, intihara meyilli, müzmin bekâr olarak tanıdığımız Osman’la başlayan oyun, akımına hıyanet etmeyerek anlaşılmazlık içinde ve patlayan silah sesine rağmen hiçbir şey değişmemiş bir şekilde aynen ilk sahnedeki gibi televizyon, otel odası, Osman olarak son bulur.
Nasıl I. Dünya Savaşı’nın yıkımı neticesinde Dadacılık gibi umutsuzluğu, belirsizliği, insani değerlerin anlamsızlığını vurgulayan sanat akımları ortaya çıkmışsa, II. Dünya Savaşı akabinde de kendi tarihselliği içinde benzer bir ruh haline haiz absürd akım zuhur etmiştir. Kanımca sanatın ve sanatçının görevi umutsuzluğun içinde kaybolmak değil umudun ateşini hep diri tutmaktır. Beckett, Ionesco, Adamov gibi yazarların eserlerini her ne kadar biçim üzerinden eleştiremezsek de dünyayı kavrayışlarındaki handikapları eleştirmek sanırım hakkımız. Zira kanaatimce sanatçının dünyayı daha iyiye ve daha güzele götürme sorumluluğu vardır. Ne çare ki “absürd” durum Beckett’in lanetli bulutu olmuştur aslında. Zira Beckett’in Godot’yu Beklerken isimli oyunu insanın bir şey olamaması üzerine iken, Beckett bu oyunu ile bir şey olmuştur. Beliz Güçbilmez’in “Absürd Akımda İroni” makalesinden referansla “özetlenebilir ya da ana hatları çizilebilir” bir olay dizisi yoktur, Tek Kişilik Cinayet oyununda. Ancak kanımca Kıbrıs’ın yakın tarihinde yaşananlar II. Dünya Savaşı’nın lokal bir tezahürüdür. Acılar, ölümler, göçler ve yurtsuzluk, bir yere ait olamama hissi. Kıbrıslı yazarın oyununun da kabaca bir özetidir bu yakın tarih acısı. Ne olduğu bilinmeden beklenen Godot’dur bir nevi Osman’ın beklediği, varlığı, kimliği muamma Sevil. George Orwell’in 1984 romanında 101 numaralı oda telmihi üzerinden Godot ya da Sevil okuyucu/izleyicinin beklediği her ne ise odur belki.
Bu minval üzerine Sevil hepimizin beklentisi, ama bu sefer bir absürdlük yapıp gelen, barış olsun dileği ile…
*Ankara Üniversitesi, Ermeni Dili ve Kültürü Bölümü.
Kaynakça
ŞENER, Sevda, Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi, Dost Yayınları, Ankara, 2008
YÜKSEL, Ayşegül, Samuel Beckett Tiyatrosu, Dünya Kitapları, İstanbul, 2006
ARIKAN, Yılmaz, Açıklamalı Tiyatro Sözlüğü ve Kılavuzu, Pozitif Yayınları, İstanbul,2011
BROCKETT, Oscar G, Tiyatro Tarihi, Dost Kitabevi, Ankara, 2000
ESSLIN, Martin, Absürd Tiyatro, Dost Kitabevi, Ankara, 1999
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/13/180/1410.pdf (20.10.2014)
Doğanbay, Ali, Tek Kişilik Cinayet, Devlet Tiyatroları Başdramaturglugluk Oyun Arşivi