1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Abyssus abyssum invocad*:
Abyssus abyssum invocad*:

Abyssus abyssum invocad*:

Abyssus abyssum invocad*:

A+A-


İlknur Türker
[email protected]

Anormallikleri(ni) saçma sapan argümanlarla normalleştirmeye çalışanlara ithafen...

Bu elinizdeki, ne siyasi bir analiz ne de kinaye içeren bir yazıdır (!) Hele ki 8,5 aylık macera sonunda gelinen noktada verilen demeçlerden anlam çıkarmaya çalışmamaktadır(!) Yapmaya çalıştığım, modern bir karşı-ütopya olarak “ne olacak bu hâlimiz” sorusuna yanıt aramaktır. Gerçi, aramızda bunca düşün ve bilim insanı varken, karşı-ütopyaya neden ihtiyacımız olsun ki?   Kimimiz, kelimenin sözlük anlamıyla, geri kalanlarımız da mecazen “pimi çekilmiş bomba” gibi hayatın her alanında haklı gördüğümüz davaların peşinde, bir oraya bir buraya savruluyoruz. Etrafımızdaki az manik, çok depresif bu insan kalabalıkları tarafından sürekli bize dikte ettirilen öğreti, söylem ve pratik dizileri arasında, Orhan Veli misali “dişe dokunur bir şey” bulmaya var gücümüzle çabalarken, beynimizin sinir kavşaklarında, yani sinapslarında, nükleer kazalar meydana gelmektedir! Bu kazalar, maalesef bizlerin “fukuyamacılık” oynamasına, yani, “tarihin sonuna gelmiş olduğumuzu” kabul ederek, fasit bir daire içerisinde dönüp dolaşıp aynı noktaya çakılmamıza neden olmaktadır: Siyasi söylem!

Bu bağlamda, siyasi tercih ve eğilimlerin, ekonomiden çok da ayrı bir şekilde düşünülemeyeceğinden hareketle daha önce de sormuş olduğum “iktisatçı ve politikacı kimdir?” “ne işe yararlar?” sorularını; “su anlaşması krizi”, “maaş krizleri”, “mali protokol”, “kamu/özel sektör ikiliği”, “mesai saatleri” ve “özelleştirmeler” kapsamında özetlemekte fayda var.    Dünya genelinde olduğu gibi bizim de gündemimizi meşgul eden bu altı madde altında toplanabilecek konular hakkında siyasi aktörler veya sivil toplum örgütleri ikna edici bir açıklama yapamadığı gibi aynı siyasi görüş ve felsefeyi paylaşan toplum fraksiyonlarından da tek sesli ve ikna edici bir açıklama henüz duymuş değiliz. Aksine, aynı şahıs tarafından yapılan çelişkili beyanlarla gün geçtikçe sinirlerimiz daha da yıpranmaktayken, günün sonunda suçlu yine “halk” olmaktadır.  Peki, olaylar bu raddeye gelene kadar halkın beklentisi neydi? İlgili konulardaki meslek ve makam sahiplerinin, olup biteni bilmesi ve bizleri ikna edebilecek açıklamalar yapmasıydı. Peki, her yapılan açıklamayla birlikte, sinir katsayımız niye arttı? Ya da soruyu “suçlu halktan biri” olarak şöyle sorayım: Yapılan açıklamaları niye beğenmedim? Sıradan bir insan olarak aklımdan geçen olasılıklar arasında, muktedirlerin konuyu bilmesine rağmen bizlere tam anlamıyla açıklayamadıkları, konuya tam hâkim olmamalarından mütevellit anlatamadıkları ancak yine de bizi ikna etmeye çalıştıkları ve en kötü senaryo olarak ise hakikatin aslında bizlerin ikna edilmeye çalışılan şeyden çok daha farklı olduğu yer almaktadır. Bizler de dâhil olmak üzere dünyanın tüm halkları üçüncü olasılığın, yani dürüstlükten uzak ve hakikatin çok uzağında beyanlar vermenin, politika ve politikacılara özgü bir durum olduğunun bilincindedir. Bu durum, siyasete atılan ekonomistler, bilim insanları ve sair meslek erbabının da neden bu ağa düştüğünü açıklamaktadır. Halk olarak beklentimiz tabii ki bu figürlerin siyasi harakiri yapması değildi. Ne yazık ki, tüm bu sürecin sonunda başbakan tarafından verilen demeç aynen şu şekilde olmuştur: “ Böyle olacağı belli idi; onlar sivrisinek avlama peşinde. Biz bataklıkla ilgilendik.  UBP ile DNA'lar farklı. Siyasette her türlü ihtimal vardır”. Her şeyden önce, DNA farkının işaret ettiği noktaya bakmakta fayda var.

Öncelikle, insanlardaki DNA dizilerinin %99’undan fazlasının aynı olmasına rağmen bireyleri ayırt edebilecek miktarda farklılık bulunduğu bilimsel gerçeğinden hareketle, UBP- CTP arasındaki DNA farkının, örgütleri oluşturan insanlar arasındaki “türlere özgü” (örneğin uzaylı – insan gibi) farklılıktan değil de örgütsel kültür farkından kaynaklandığının kastedildiğini umuyorum (!) İkizlerin bile DNA’ları farklıyken, elbette iki siyasi örgütün DNA’larının aynı olmasını beklemiyorduk ki zaten ezelden beri bu farklılıklar, ikilikler ve karşıtlıklar üzerine kurulmuştu tüm söylemler. Aslında burada atfedilen; örgüt içerisindeki müşterek değer ve inançların meydana getirdiği, karşılaşılan sorunları çözerken ve fırsatları değerlendirirken örgütün ortak ve genel olarak takınacağı “doğru” davranış ve tutum kalıplarıdır. Yani, DNA olarak kullanılan kavram, örgüt kültürünü, bir başka ifadeyle örgüt içinde önem verilen veya verilmeyen duruş, fikir ve tavırları betimleyen bir kavramdır. Kalıtsal bilginin taşınması ve yeni nesillere aktarılması gibi bir işlevi vardır DNA’nın. Ancak, elbette örgüt kültürü dediğimiz durağan bir kavram değildir. Örgüt kültürleri de toplumsal kültür gibi ve ona paralel olarak, karşılıklı etkileşimler ve öğrenme yoluyla gelişir ve değişir. Konuyla ilgili olarak Mehmet Ali Talat’ın Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin “kuruluşundan bu yana (…) Kıbrıs Türk halkının kendi kendini yönettiği, eşitlikçi, özgürlükçü ve adil bir yapının kurulabilmesi amacıyla yoğun mücadele vermiş ve hiçbirini dışlamadan ve ötekileştirmeden toplumun tüm kesimlerini bu mücadeleye ortak kılmaya çalışmıştır. Son olarak Ulusal Birlik Partisi ile kurulan koalisyon da bu çabaların ürünüdür”; şeklindeki açıklaması ise, özünde, yine savunulan DNA tezini desteklemektedir.

Neticede, yapılan bilimsel araştırmalar sonucunda görülmüştür ki biz insanların DNA dizilimleri bir muzunki ile %53 oranında benzerlik göstermektedir. Bu oran, farelerde %92, patateste %70 iken iki siyasi parti neden benzerlik veya yakınlık göstermesin ki?  Örgütsel DNA teorisi üzerinden yapılan, zaten en başından beri belli olan ve garipsemememiz gereken (!) nedenselliklere dayalı bu açıklamalarda dikkat etmemiz gereken üçüncü değişken ise siyasette mevcut olan “her türlü ihtimaldir”. Hal böyleyken ve kimse “ötekileştirilmiyorken”, en başta sorduğum ve hükümet edenlerin arasının bozulmasına neden olan 6 sorunun neden ve çözümlerine ilişkin yapılan ve toplumun önemli kısmının paylaştığı açıklamaların neden “marjinalleştirildiği” ve Habermas’ın tanımladığı şekliyle “kamusal alana” neden taşınamadığının da sorunsallaştırılması gerekmektedir. Böylelikle, adı koyul(a)mayan veya koyulmaya çalışılan bu ihtimaller zincirinin asıl müsebbibinin, neoliberal politikalar olduğunu, bugüne kadar yapılan tüm uyarı ve çağrılara rağmen, bir kez daha hep birlikte görmüş olduk. Elbette hiçbirimiz, bu neoliberal politikalar sonucunda zaten olmayan üretimin daha da düşeceğini, toplumun önemli bir kısmının sosyal olarak dışlanacağını, yani memuruyla işçisiyle hepimizin proleteryalaştırılacağını ve asgari geçim şartlarına mahkûm edileceğimizi herhangi bir siyasi figür tarafından onaylanmasını beklemiyorduk. 

Yukarıda da belirttiğim gibi toplumsal kültür ve örgütsel kültür, birbirine paralel olarak evirilmektedir. Ne yazık ki son dönemde kapitalizm ve neoliberal politikalar altında yaşamaya çalıştığımız modern hayatların nasıl göründüğüne baktığımız zaman tablo, hiç de memnuniyet veya umut verici değildir. İşin aslı, ezberlenmiş işletme mantık ve sistemleri dünya çapında meşruiyetini kaybetmiştir. Mali krizler ve yaşam standartlarının nüfusun büyük çoğunluğunu kapsayacak biçimde yükseltilememesi gibi oldukça bariz göstergeler buna kanıttır. Diğer yandan özel şirketler yaşam alanlarımızda sömürgeler kurmaya devam etmektedir. Bu etkileşimler ve neoliberal tehdit karşısında “halkçı”, “demokrat” ve “sosyalist” partilerin, seçimler ve ekonomi konularına “uyum ve adaptasyonları” ile örgütsel kapasitelerinin buna elverişli olup olmadığı; yine lider ve yöneticilerinin “yenileşme” ve “hesap verebilirlik” konularında geliştirecekleri argümanlar ve buna mukabil toplum, muhalefet ve hatta siyasi/toplumsal proje üreten ve uygulayan STK ve aktivistlerin takınacakları tutum ve izleyecekleri yol çok önemlidir.

Etrafımızı kuşatan neoliberal politikalar sarmalı karşısında mütevazı olmak ve kendi okumalarımızın ancak ve ancak kolektif bir uğraş sonucu çoğalarak, yani başkalarıyla birlikte, onların fikir ve değerlerine saygı duyarak ve onlara kulak vererek bir sonuca ulaşabileceğini asla unutmamak gerekmektedir. Bütüncül ve topyekûn bir hareketin olmaması durumunda ne arzu edilen “bizler” olacağız ne de “çok-kültürlülük, eşitlik, adalet”  gibi kavramlar tahakküm altından kurtulabilecek.  Bu doğrultuda her “değişim ve reform” uhdesinin veya niyetinin her zaman kutsanacak bir olgu olmadığını, Keynes ve Smith’in de reformist olduklarını ve hatta “faşizmin” bile tarihte hep “değişim” istemiyle mücadele yürüttüğünü insanlık DNA’larımıza işlememizin vaktidir artık! 

 

 

* Horatius. “Cehennem cehennemi çağırır. Tek bir yanlış adım başka yanlışları tetikler” mealindeki Latince ifade.

Bu haber toplam 1733 defa okunmuştur
Gaile 366. Sayısı

Gaile 366. Sayısı