1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Acaba Yanılıyor Olabilir miyim?” (‘Kibir’ yerine ‘Tevazu’)
“Acaba Yanılıyor Olabilir miyim?”  (‘Kibir’ yerine ‘Tevazu’)

“Acaba Yanılıyor Olabilir miyim?” (‘Kibir’ yerine ‘Tevazu’)

“Acaba Yanılıyor Olabilir miyim?” (‘Kibir’ yerine ‘Tevazu’)

A+A-


Hakkı Yücel
[email protected]

    

İnsanın pre-modern dönemde önce Tanrı, daha sonra da Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olan güç/otorite karşısında ona biat eden ‘kul’ olmaktan ibaret varoluşsal konumu, modern dönemle -modernite- ile birlikte radikal bir değişime uğradı. Bu yeni dönemde artık insan, kendi iradesini harekete geçiren, doğayla, dışardaki gerçeklikle doğrudan ilişki kurarak onu anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan, bilgiye ulaşmada bir dışsal otoriteye ihtiyaç duymak yerine kendi aklını kullanan, ‘özerk/özgür birey’di. Kabaca 16. yüzyıldan itibaren başlayan, ekonomik-siyasal-kültürel ve toplumsal mahiyeti olan bu serüvenin -modernitenin- üzerine oturduğu dört temel dayanak vardı. Modern literatürde ‘bilimsel-kültürel-siyasal- sanayi devrimleri’ olarak tanımlanan bu temel dayanakların her birinin de toplumsal-kültürel-siyasal-ekonomik yaşamda karşılığı bulunmaktaydı.

Şöyle ki, ‘bilimsel devrim’le Tanrı’nın doğayı yaratan olarak onun üzerindeki mutlak gücü artık bilimle sınırlandırılıyor, özerk/özgür birey olarak insan, bilim/bilimsel yöntem aracılığıyla doğayı anlama ve değiştirme çabası içine giriyordu. ‘Aydınlanma’ olarak da ifade edilecek olan, genel kapsamı itibarıyla Rönesans ve Reform dönemlerinin sonuçlarını da içkin ‘kültürel devrim’ ise ‘aklı’ ön plana çıkarıyor, bir başka ifadeyle ‘aklın egemenliği’ni ilân ederek gerçeklik karşısında ya da bilgiye ulaşmada bilim yanında ‘aklı’ vazgeçilmez güçlü bir araç olarak işlevsel kılıyordu. Keza, başlangıç tarihi olarak 1789 Fransız Devrimi kabul edilen ‘siyasal devrim’le, yeni siyasal birimler olarak ‘ulus-devlet’ler parantezi açılıyor, böylece iktidarın eskiden olduğu gibi Tanrı’ya ait olmadığı, meşruiyetin halka dayanacağı, yani modern demokrasilerin hayat bulacağı yeni bir döneme giriliyordu. Ve nihayet gerek akıl/bilim ve gerekse yeni coğrafyaların keşfiyle ticaretin gelişmesi, sermaye birikimin oluşması, bunun mevcut üretim ilişkilerine yansıyarak tarım toplumundan sanayi toplumuna doğru geçişin yaşanması, bu süreçte modernitenin temel dayanaklarından birisi olan “sanayi devrimi”ne denk düşen bir başka gerçeklik olarak gündeme geliyordu.

İnsanlık tarihinde kendine özgü anlam/değer dünyasıyla yeni bir zamandır bu ve alâmet-i farikası da en başta akıl/bilimdir. Bu yolla insanoğlu etkin iradi bir ‘özne’ halini almış, kendini kuşatan hurafelerden kurtulmuş, özgürleşmiş, akıl/bilim yoluyla evrenin/doğanın sırlarını çözmeye, onu ihtiyaçları yönünde değiştirmeye başlamıştır. Bunu yaparken sadece doğa ile de sınırlı kalmamış; doğayı kendi yasaları ve matematiğiyle çözümlerken, yine akıl/bilimden hareketle, aynı matematiği toplumun, toplumsal ilişkilerin dinamiğinin çözümlenmesine, anlaşılmasına ve anlamlandırılmasına yönelik olarak da kullanılmıştır. Daha genel bir ifadeyle, doğa karşısında Newton fiziğinden başlayarak doğa bilimleri çözümleyici, tanımlayıcı ve dönüştürücü belirleyenler olarak işlevsellik kazanırken, toplum ve toplumsal olaylar karşısında Descartes’in kartezyen felsefesinden ve Comte’un pozitivizminden yola çıkan sosyal bilimler de aynı çözümleyici, tanımlayıcı ve dönüştürücü unsurlar olarak öne çıkmışlardır. İddia büyüktür, akıl/bilim gücü ve izlenen yöntemle artık ‘gerçeklik’ ele geçirilmiştir. Akıl/bilim’e dayanmak, ona uygunluk ‘gerçek’in kendisidir ve yanılmazdır. Sonuç olarak doğayı ve toplumu çözümleyen, ona dair kesin doğruları elde eden, keza aynı zeminde ileriye yönelik olarak da öngörülerde bulunan insanoğlu tarihin akışına yön verecek (Comte’un ünlü aforizması: “öngörebilmek için bilmek ve hükmetmek için öngörmek”), onu amaçları doğrultusunda harekete geçirebilecek kudrete de sahip olmuştur. İnsanoğlunun bu büyük iddiası ve kendinden (yanılmazlığından) emin kudretidir ki tarihin akışı sürekli  ‘ilerleme’ biçiminde seyredecek, bu ‘ilerlemeci’ tarih anlayışına uygun olarak da bugün dünden, yarın bugünden daha iyi olacaktır.

Ne var ki bütün bu gelişmeler yaşanırken bir başka şey daha olacaktır. Bu büyük iddia süreç içinde, pre-modern dönemde mutlak ‘doğru’yu kendine mal eden ve dayatan din/kilise’nin egemenliğini ve onun otoriter zihniyetini yıkarken, giderek kendisi otoriter bir konuma gelecektir. Şöyle ki, akıl/bilim üzerinden gerçekliği anlamak/öğrenmek, doğruyu bulmak çabası ve yetisi, son kertede o aklın/bilimin öznesinin ‘öznelliğini’ gözardı ederek çıkarsama ve önerilerinin nesnel (akla ve bilime uygun) olduğunda onu ısrarcı kılacaktır. Bu nesnellik ısrarı ise, başka akılların gerçeklik karşısındaki algı farklılıklarını önemsizleştirirken -üstelik modernite tam da bu farklılıkların açığa çıkması ve tanınması iken- gerçekliğin ve doğrunun salt o öznenin kendi öznelliğiyle sınırlı halini mutlaklaştıracaktır. Bu kadarla da kalmayacak, bilginin bizatihi kendisi bir güç ve iktidar aracı olarak kullanılacağı gibi, akıl/bilim üzerinden mutlaklaştırılan ve dayatılan ‘gerçeklik-doğru’lar modern zihniyeti otoriter kılacaktır. Bu da kaçınılmaz olarak o zihniyetin giderek hayatın, siyasal-kültürel-toplumsal bütün alanlarında farklılıkların üzerini örtmesi/bastırması biçiminde işlevsellik kazanmasına yol açacaktır. Her şeyin siyah-beyaz netliğinde ayrımlaştığı, karşıt ikilemler üzerinden anlam kazandığı, homojenize ve kategorize eden, sınırlayan, ölçüp biçen ve hükmedici olan bu kendinden emin olma hali ise, bir ‘kibir’ olarak modernitenin ve modern bireylerin boynuna asılacaktır. Dahası, son kertede kendine faydacı/yararcı olan bu ‘kibirli akıl’, ahlâk ve vicdandan da uzak kalacaktır. 

Ancak şu da vardır: Üretim ilişkilerinin mahiyeti itibarıyla ekonomik sistem olarak kapitalizm, siyasal yapısı itibarıyla siyasi birim olarak ulus-devlet, siyasal rejimi itibarıyla insanın kul olmaktan çıkması, kendi iradesini belirleyen birey-yurttaş konumuna gelmesiyle yeni bir uygulama olarak demokrasinin gündeme geldiği modern dönemin -modernitenin-, insanlık tarihinde radikal bir değişimi ifade ettiği ve tarihsel anlamda daha ileri bir aşama olduğu aşikârdır. Nitekim coğrafya olarak Batı merkezli olan modern dönem bütün dünya için hem zihniyet, hem değerler manzumesi ve hem de bir uygulama olarak vazgeçilmez bir örnek teşkil edecek ve zaman içinde küresel bir yayılma gösterecektir. Ne var ki böyle olsa da; pre-modern dönemde din/kutsiyet merkezli hiyerarşik yapılanma, modern dönemi karakterize eden devrimlerle birlikte ortadan kalkmayacak, yaşanan köklü değişimlerin ardından bu kez yeni bir hiyerarşi oluşacaktır. Burada en tepede ‘devlet’ yer alacak  (Tanrı yeryüzüne inmiştir), yeni üretim ilişkileri sonucu oluşan sınıfsal ayrışmada yeni ve güçlü sınıf olarak burjuvazi, bir bakıma pre-modern dönemde egemen olan ruhban sınıfın yerine geçecek, bu aşamada her ne kadar devletin anayasal sınırları çizilmiş ve halkın temsiliyeti -temsili demokrasi- sağlanmış olsa da -ve bu başlangıçta ileri bir aşama (demokratik devrim) olarak kabul edilse de- yeni hiyerarşik yapı içinde belirleyen ve hükmeden konumunda olacaktır. Bu arada sistemin ve bu sistemi kuşatan zihniyetin, yukardan aşağıya işleyen hiyerarşik otoriter yapısı, modernitenin ideolojileriyle (liberalizm ve sosyalizm) daha da pekişecek, yanılmazlık iddiasından beslenen ‘kibirli’ olma hali daha da belirginleşecektir. Kendi totalitesi içinde mevcut olana dair her şeyi çözümleme iddiasında olan, üstelik bununla da kalmayarak ‘olması gereken’i de belirlemek suretiyle geleceğe de ambargo koyan modern ideolojiler, modern zihniyet dünyasının yeni zihinsel filtreleri olarak işlev görürken, gerçekliği de ancak o filtreden geçen kadarıyla (yani ideolojinin kendi kapsamı kadarıyla) sınırlayacak ve o kadarıyla sahiplenecektir. Liberalizm bunu bireyi öne çıkararak, ona bireysel talepleri doğrultusunda özgürlük alanı açarak ve bu özgürlüğün(ün) sınırlarını da ekonomide ‘serbest piyasa’, siyasal alanda ise oy hakkı olan eşit yurttaşlık üzerinden temsili demokrasi kapsamına dahil ederek yaparken; sosyalizm gerek şimdide verili olanı ve gerekse gelecekte olması gerekeni kendi ideolojik totalitesi, anlam-değer dünyası üzerinden kurgulayacak, ne var ki karşıtı olan sistemin ve zihniyet dünyasının yerine yüksek idealleri ve değerleri içeren kendi sistemini ve zihniyet dünyasını ikame ederken otoriter olmaktan da kurtulamayacaktır. Aşikâr olan şudur ki, geniş zamana yayılan düşünsel-siyasal-toplumsal alanları kapsayan bu uzun serüvenin (modern serüvenin) seyir defterinde, insanoğlunun ödediği ağır bedellerin hikâyeleri yazılacaktır.

20. yüzyıla gelindiğinde ödenen bütün o ağır bedellerle elde edinilen kazanımlara rağmen dünya hâlâ ‘ikili karşıtlıklar’ üzerinden biçimlenen, gerçekliği kendisiyle sınırlayarak homojenize ve kategorize eden, ölçüp biçen, kendinden emin o ‘kibirli’, faydacı, ahlâk ve vicdan malûlü, buyurgan otoriter zihniyetin kuşatması altındadır ve bu siyasal anlamda ‘İki Kutuplululuk’ olarak karşılık bulmaktadır. Ne var ki bu yüzyılın özellikle son çeyreğinine girilirken, önceden öngörülemeyen -ya da öngörüleri yanlışlayan- bir biçimde bu yerleşik yapı sarsılmaya başlayacak ve kutuplardan birinin yıkılmasıyla yeni bir dönem başlayacaktır. Artık modern zihniyetin dünyayı kuşatan ve o dünyaya içkin farklılıkları örten ‘tül perdesi’ yırtılmıştır ve altta kalan her şeyin açığa çıktığı kaotik yeni bir dönem söz konusudur.  Bu aynı zamanda modern zihniyetin çıkmaza girdiğinin, bir başka ifadeyle ‘modern aklın’, homojenize ve kategorize eden kendisiyle sınırlı gerçeklik algısında, doğrularında, buradan ürettiği öngörü ve önermelerinde, iddiasının aksine yanıldığının -yanılabilir olduğunun-, o büyük ‘kibir’inin ayağına dolaştığının da göstergesidir.

Bu yüzdendir ki, içine girdiğimiz, o çok bildik ifadeyle söyleyecek olursak, ‘ezberlerin bozulduğu’, aynı zamanda yeni bir zihniyeti gerekli kılan bu dönemde, bireyin kendisinden başlayarak bütün siyasal-toplumsal kesimlerin hayata ve dünyaya yönelik yapacakları yorumlarında, çıkarsama ve önermelerinde, artık o yanılmazlık iddialarından, buradan kaynaklanan ‘kibirli’ olma hallerinden kurtulmaları, başka görüş ve düşüncelere kapı açacak, iletişim ve diyalog imkânı sağlayacak, birlikte yaşamanın zeminini teşkil edecek  ‘tevazu’yu göstererek şu soruyla yola çıkmaları gerekecektir:

“Acaba yanılıyor olabilir miyim?”

Bu haber toplam 2264 defa okunmuştur
Gaile 286. Sayısı

Gaile 286. Sayısı