1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Acil Çıkış: Edebiyat
Acil Çıkış: Edebiyat

Acil Çıkış: Edebiyat

İnsanın bencilliği üzerine kurulmuş ve diğerlerine nezaket, anlayış, sevgi ve saygısını yitirişiyle nüksetmiş, Behçet Necatigil’in deyişiyle “Çok çiğ bir çağ”.

A+A-

Emel Kaya
emel_kaya@hotmail.com

Acil çıkış nedir?

Tehlike anında kapalı mekandaki insanların süratle ve güvenli bir şekilde boşaltılmasına imkân verecek nitelikte konumlanmış, dışarıya doğru açılan kapılara “acil çıkış” denildiğini biliyoruz.

Şu durumda, acil çıkış dendiğinde karşımızda kimi kavramlar belirmekte: mekân, tehlike, sürat, güvenlilik, nitelik.

Sıradan ve gerçek bir acil çıkış kapısının niteliği, dayanıklı bir malzemeden yapılması ve güçlü bir yapıya sahip olmasıdır. Sadece kapalı mekândaki tehlikenin değil, kendisine doğru “panikle” gelen kalabalığın yıkamayacağı, o kalabalığı taşıyabilcek kadar sağlam, dirençli bir yapıdır bahsedilen. Şu durumda, acil çıkış kapısı olarak edebiyatı işaret ettiğimizde, onun aynı güçlü yapıya ve dirence, insanı güvenli bir alana taşıma, geçirme kapasitesine sahip olduğunu öngörürüz.  

 

Bir acil çıkışa neden ihtiyacımız var?

O halde öncelikle şu soruyu sormalıyız: Acil çıkışa neden ihtiyacımız var? “Tehlike” nedir? Neyden kaçmaya çalışıyoruz, nasıl bir mekânda sıkışıp kaldık? Güvenli alan neresidir?

Bu sorulara şu anda hepinizin zihninden geçen ve hepsi de doğru olan pek çok yanıt verilebilir. Yaşadığımız çağ, ne yazık ki insanın kendine ve diğer varlıklara kendi eliyle hazırladığı bir felaketler dağından yuvarlanan devasa çığların altında kaldığımız bir çağ. İnsanın bencilliği üzerine kurulmuş ve diğerlerine nezaket, anlayış, sevgi ve saygısını yitirişiyle nüksetmiş, Behçet Necatigil’in deyişiyle “Çok çiğ bir çağ”. 

“Acil çıkış” kavramının bize vaat ettiği, mekânı süratle ve güvenle terk etme eylemine gelinceye kadar biz nasıl bir mekânda yaşıyoruz ve bu içinde bulunduğumuz, sıkıştığımız mekân(lar)da neyi, nasıl kaybettik sorusuna yanıt verebilmek için yer yer Helene L’Heuillet’nin “Gecikmeye Övgü” ve Henri Lefebvre’in Mekânın Üretimi kitaplarından yararlanacağım.   

Yaşadığımız ve adına “antroposen (insan çağı)” ya da “kapitolasen (kapital çağı)” denilen bu çağ, sanayi devrimiyle başlayan, insanın hızla her şeye tahakkümünü, kapitalist sömürünün iliklerimize kadar işlemesini ve zamanı yitirişimizi simgeleyen bir “hız çağı”dır aynı zamanda. Bugünün insanı, modern dünyanın kendisine dayattığı yaşama modelleri gereği, her ne kadar başlı başına bir ‘bütün’ gibi görünüyor veya sunuluyor olsa da, esasen, bütünlük algısını ve kendi varoluşuna ulaşabileceği ipuçlarını yitirmiş, parçalanmışlık ve tamamlanamamışlık içinde debelenen bireydir. Dışarıdan dayatılan ‘tamlık’ algısıyla içindeki eksiklik arasındaki boşluktan aşağıya durmaksızın yuvarlanan bu birey ölçüsüz, aç (bir türlü tatmin olamamış), dağınık, savurgan, agresif ve yalnızdır. Aynı zamanda, kentlere hapsedilmiş, bir parçası olarak anlamını bulduğu doğayla ilişkileri asgari düzeye indirilmiş ya da tamamen kesilmiştir. Şu durumda, ya sürekli obsesif bir sorgulama halindedir ya da körü körüne bağlılıkla işleri yürütmektedir. Her iki durum da bireyi, uçlara doğru taşır ve ortalama bir gerilimi hem üretir hem de bunun devamlılığını sağlar.

Bu çağın insanını en çok manipüle eden şey, hız ve zamandır. Hepimiz sürekli yetiştiremediğimiz işlerden şikayet etmekte, odaklanamadan her şeyi hızlıca tüketmekte ve mütemadiyen bir kaosun içinde debelenmekteyiz. Peki bize bu hızı dayatan şey nedir? Elbette kapitalizm. Hız; tüketimi, iktidarı ve zamanın denetimini temsil etmektedir. İnsanlar birbiri üzerinde zaman ve zaman yönetimi üstünden iktidar kurmaktalar. Öznel ve nesnel zaman ayrımına dikkat çeken L’Heuillet, kapitalist dünyada öznel zamanımızı yitirip bize dayatılan nesnel zamanın içinde kayboluşumuzun altını çizer. Hızın ve iktidarın zamanı olan nesnel zaman, her yeri işgal etmiş durumdadır. Bize söylenen saatlerde çalışırız, bize izin verilen saatlerde dinleniriz, tatil günlerimiz bu zamanın muktedirleri tarafından belirlenir, her daim yaşamımızın odağındaki iş hayatımıza göre hareket ederiz. Nesnel zaman işleri nasıl bir tempoyla yürüteceğimizi belirlemekle de kalmaz, güya sınırlarını bizim belirlediğimizi zannettiğimiz gündelik yaşamımızın da temposunu belirler; böylelikle öznel zamanımızı da yitirmiş oluruz. Hemen gitmeliyiz, hemen yapmalıyız, 15 gün içinde cevap vermeliyiz, 1 ay içinde işi bitirmeliyiz, hemen bir yorum yazmalıyız vs. Burada tehlikeli olan şudur: Öznel zamanı, yani sakince oturup düşündüğümüz, kendimize göre ürettiğimiz, vicdanımızla başbaşa kalabildiğimiz, bireysel ve evrensel yanlış ve doğrularımızı sorguladığımız yani durduğumuz, düşündüğümüz, tüketmediğimiz zamanı kaybettiğimiz için uygarlığımız gittikçe vahşileşmekte, yaşam bir travmaya dönüşmektedir. Travmanın olduğu yerde bellek kaybolur. Dolayısıyla insan kaybolur. İçinde sıkıştığımız ve çıkış aradığımız mekân, işte bu mekândır.  

Henri Lefebvre, içinde yaşadığımız bu mekânı daha sistematik bir biçimde tanımlar: Mekânın üretiminin toplumsal ve zihinsel olmak üzere, en temelde iki biçimde gerçekleştiğini söyler ve mekânı tarihselliği içinde ele alarak kapitalist üretim araçlarının diyalektik süreçleri üzerinden analiz eder. Kapitalizm, kendisi için mekânı toplumsal ve zihinsel üretim yoluyla iki farklı biçimde yaratarak ve yeniden üretim yoluyla egemenliğini gerçekleştiren ve sağlamlaştıran bir kavram olarak ele alınır. Dolayısıyla Lefebvre’ye göre mekân bir üründür; etki-tepki yoluyla doğrudan üretimi biçimlendirir, üretim ilişkilerine ve üretici güçlere dahildir. “Her üretim tarzı –hipotez gereği- kendine uygun mekâna sahip olduğundan, bu geçiş sırasında yeni bir mekân üretilir.” (Lefebvre, 2019: 75)

Lefebvre, mekân konusunda önemli bir dönemselleştirme önerir. Bu dönemselleştirme mekânın belirli bir kodunun oluşumu, yerleşmesi, çöküşü ve parçalanmasının yanı sıra genel üretim tarzlarının hâkim olduğu toplumların tarihi ve kurumlarını da içerir. Marksist teoride yaygın olan üretim tarzlarının dönemselleştirmesiyle örtüşen bu dönemselleştirmede beş mekândan söz edilir: mutlak mekân, kutsal mekân, tarihsel mekân, soyut mekân, çelişkili mekân.

Lefebvre’e göre bugün içinde yaşadığımız mekân soyut ve çelişkili mekândır. Bu mekân şiddet ve savaşın bir ürünüdür, siyasal olandır, bir devlet tarafından kurulmuştur, dolayısıyla kurumsaldır. Temelinde ve doğasında şiddet bulunan, şiddet tekelini elinde bulunduran devletin ilk icraatlarından biri “yerleştiği” mekânda “direnen ve tehdit eden her şeyi, yani farklılıkları yerle bir ederek” dolayısıyla homojenleştirerek bu homojen mekânı, bir marangoz rendesi, bir buldozer ya da savaş arabası olarak” kendi hizmeti altına almasıdır.

Devlet, mekânın efendisidir. “Kavranılır olanı siyasetle, bilgiyi iktidarla kaynaştıran” felsefi temellere dayandığı için, ilk önce bir siyasi araç ve aygıt olan soyut mekânda “dar ve duyarsız bir rasyonellik” söz konusudur. Bu rasyonellik, otoriter ve kaba bir mekân pratiğine yol açar. Gülten Akın’ın “Ah kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” dizelerinin içinden çıktığı mekân burasıdır.

Bir nesnenin veya konunun inceliklerini görebilmek için önce durmak, ona iyice yönelmek, yoğunlaşmak, “içine / derinine dalabilmek” gerekir. Bir homojenlik iddiasıyla farklılıkların (ayrıntıların) ortadan kaldırıldığı, hız ve görüntüler mekânında dışarıdan içeriye bu dalışın gerçekleşebilmesi artık mümkün değildir.

Yukarıda bahsettiğimiz mekândaki rasyonellik, beraberinde yabancılaşmayı getirir. Bedenin mekândan kopuşu, onun duyu organlarıyla mekânı çok yönlü deneyimlemesini ortadan kaldırır. Soyut mekân tek başına soyutluk değildir; onun deneyimlenmesi de soyutluk içerir. Yani bu mekân, “soyut bir özne”nin algısıyla tanımlanır. Lefebvre bunu şöyle örneklendirir: “Trafikte arabayla dolaşan kişi gidebilmek için bakar ve sadece işine yarayanı görür; dolayısıyla (maddileşmiş, makineleşmiş, teknikleşmiş) kendi güzergâhından başka bir şey görmez ve bunu da tek açıdan –işlevsel yararcılık açısından- görür hızlılık, okunurluk, kolaylık… Mekân artık indirgemeleri içinde kendini gösterir.” (Lefebvre, 2019: 318-319)

 

Edebiyat bize nasıl bir çıkış vaat edebilir?

Mekânın bize mütemadiyen dayattığı hızın karşısında “durmak” ve öznel zamanı geri almak yapılabilecek ilk radikal ve doğru eylemdir.

Edebiyat ister okuma ister yazma sürecinde olsun, “durma”yı gerektirir. Durmayı, görmeyi ve anlamayı. Bugün bir yere / şeye geç kalmadan duramayız. Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığım bugünün dünyasında “durmak” başka bir şeye geç kalmak pahasınadır. Yani hızın ve “bir şeye yetişmenin” karşıtıdır. Dolayısıyla bu zamanda ve mekânda edebiyat da bir geç kalma türüdür ve edebiyatın kolay tüketilemez oluşu, kapitalist sisteme, tüketim toplumuna uymaz. Mesela bu açıdan düşününce, kültür de zaman ister, gecikmenin okuludur, der, L’Heuillet.

Bu nedenle edebiyat bize durup bakma, kendimize, diğer insanlara, öteki canlılara, cansızlara, dünyaya, sisteme, olan bitene, olamayana bakma; bir şeye odaklanma, gerçek bir “tamlık / bütünlük” algısına ulaşabilme ihtimalini veren; mekândaki suni homojenliği aşıp farklılıkları ayırt edebilme, düşünme, anlama, empati kurabilme zamanına yani “öznel zaman”a kaçışı / çıkışı sağlayan, sağlam, güvenli ve dirençli bir “acil çıkış” kapısıdır. Üzerinde yanıp sönen kırmızı ışığıyla hep vardır, oradadır.

Peki her edebî metin için geçerli midir bu? Doğru çıkışa yöneldiğimizi nasıl anlarız? Kapitalizmin ve tüketim çağının malzemesi olmamış, “nitelikli” edebiyattır burada sözünü ettiğim. Kolay tüketilemeyen odur. Tıpkı acil çıkış kapısının sağlam ve dayanıklı bir malzemeden yapılması gerekliliği gibi, edebi metnin de nitelikçe aynı sağlamlık ve dayanıklılıkta olması şarttır. Yoksa acil çıkış diye koştuğumuz kapı üstümüze yıkılabilir ve altında kaldığımız enkazda hepten nefesimiz kesilir.

Kafka’nın gerçek edebiyat için yaptığı nitelemeyle bitirelim o vakit:  Edebiyat, algılarımızın ve duygularımızın üzerine, içimizde dondurulmuş denizi kırmak için bir buz baltası gibi iner, inmelidir!

 

Kaynakça

Lefebvre, Henri. Mekânın Üretimi, Türkçesi: Işık Ergüden, 5. Baskı, Sel Yayınları, İstanbul, 2019.

L’Heuillet, Helene. Gecikmeye Övgü – Zaman Nereye Gitti?, Çev. Şehsuvar Aktaş, YKY Yayınları, İstanbul, 2022.

*Bu yazı, Eylül 2023 tarihinde Işık Kitabevi Kitap Fuarı’nda düzenlenen “Acil Çıkış: Edebiyat” konulu panelde yapılan konuşmanın genişletilmiş halidir.

Bu haber toplam 349 defa okunmuştur
Gaile 516. Sayısı

Gaile 516. Sayısı