Acılarımızın kaynağına bakmak…
Oturma odamda oturuyorduk, ayaklarımı bir tabureye uzatmış, üstüme ince bir battaniye almıştım. Hareket edemediğim için uzatmıştım ayaklarımı, ayakta duramıyordum, ancak bir baston yardımıyla yalnızca birkaç dakikalığına adım atabiliyordum... Acım çok fazlaydı ve her dört saatte bir Panadol Extra Advanced alıyordum, acıyla başedebilmek için...
Tam karşımda her iki toplumdan “kayıplar” hakkında bilgi edinmeme yıllar boyunca yardım eden en iyi okurlarımdan biri oturuyordu... Yurtdışında yaşıyordu, yurtdışında çalışıyordu, bir düğün için Kıbrıs’a gelmişti ve beni de ziyaret ederek durumuma bakmaya gelmişti...
Evde, bir yatak örtüsüne ayağım takılıp çok kötü biçimde, tam sırtımın üstüne düşmüştüm, omurlarımdan biri kırılmıştı – durumum buydu yani...
Beni tedavi etmekte olan doktor bana üç ay içerisinde, ameliyat gerekmeksizin iyileşeceğimi, yalnızca korse giymem gerektiğini, hiçbir şekilde eğilmemem gerektiğini anlatmıştı – “Acıyı arttıracak hiçbir şey yapmayacaksın... Bu aşamada en önemli şey, acını azaltmaktır” demişti bana...
Durumuma bakmaya gelen okurum da hekimdi, o da yakın geçmişte bir kalp ameliyatı geçirmişti... Bununla nasıl başettiği hakkında konuşurken, sohbetimiz bu konuda en korkunç şeyin hareket edemeyecek vaziyette olmak, kalkmak, tuvalete gitmek gibi şeylerde sevdiklerine bağlı olmak olmasına doğru evrilecekti.
“Sanırım bu durumda insanı bir şey yapmaktan alıkoyan şey korkudur” dedim okuruma... “Durumu daha da kötüleştirmekten korkmak... Tekrar düşmekten ve daha da kötü biçimde yaralanmaktan korkmak...”
“Hayır” dedi bana... “Korku değil, acı... Seni durduran şey acıdır, yapmak istediğin şeyden alıkoyan şey, hissedeceğin acıdır. Acıyı hissettiğinde bu seni derhal durdurur. Sana ne YAPMAMAN gerektiğini söyleyen hissettiğin acıdır...”
Bu değerli okumun sözlerini sonrasında uzun süre düşünecektim, toplumlarımızın çekmiş olduğu acının onları yapmak istedikleri şeylerden nasıl da alıkoymuş olabileceğini düşünüyordum...
1950’li yılların sonlarında çektikleri acıları, 1963-64’lerde çektikleri acıları, 1974’lerde çektikleri acıları ve bu acıların birbirlerine ulaşıp birbirlerini daha iyi anlamalarını nasıl da engellemiş olabileceğini düşünüyordum... Acısız ve ızdırapsız bir geleceği birlikte kurmaktan, yaşadıkları acılar alıkoyordu toplumlarımızı...
Ancak daha etraflı düşündükçe, acının yalnızca bir belirti, bir semptom olduğunu hissediyordum. Ben düşüp de omurumu kırdığım ve acı çektiğim için, bu acıyı yatıştırmak için Panadol Extra Advanced içiyordum – ancak bu haplar, semptomları hafifletiyordu, acının kaynağına bir tedavi değildi...
Acının kaynağı olduğu gibi yerinde duruyordu – eğer düzgün biçimde tedavi görmezse ve iyileşmezse, daha da fazla acıya yol açacaktı...
TOPLUMLARIMIZIN YARALARI...
Toplumlarımızda çatışmaların açmış olduğu yaralar hiçbir zaman tedavi edilmemiş, tam tersine egemen çevreler her zaman bu acıları kullanarak iktidarda kalmayı ve adayı diledikleri gibi idare etmeyi hedeflemişlerdir.
Toplumlarımızın çektiği acının Rum acısı, Türk acısı değil, İNSANİ BİR ACI olduğunu göstermek yerine, egemen çevreler her zaman bu acıyı olduğu gibi korumak, acının kaynağını tedavi etmemek ve bu kaynağı iyice gözlerden gizleyerek sömürmek ve istediklerini elde etmek için çaba gösterdiler... Acının kaynağıyla ilgili herhangi bir şey söylemeye kalkışanlar da her daim cezalandırılmış, kovuşturulmuş ve farklı biçimlerde susturularak toplumlarımız böylesi direnişlerden yıldırılmaya çalışılmıştır.
Kıbrıslırumlar’ı birer dost olarak görüp birlikte yaşamanın mümkün olduğunu düşünen herhangi bir Kıbrıslıtürk, farklı biçimlerde cezalandırılagelmiştir. 1950’li yıllarda bu hapislik veya dayak veya işten atılmak ve fakirliğe mahkum edilmek, böylece boyun eğip egemen çevrelerin sizden talebini yerine getirmek oluyordu: Yani boyun eğmek... Bu, pek çok insanın başına gelmişti, bunlar hakkında pek çok yazı yazdım – Kıbrıslırumlar’la herhangi bir sorunu olmayan, onlarla iyi dost olan ve çatışmayı değil barış içinde yaşamayı savunan babacığımın başına gelenleri de pek çok kez kaleme aldım.
Rahmetlik babacığım, “yeraltı teşkilatı”na katılmayı reddetmişti, kendilerine “Ben kimseyi öldüremem, siz yarın gelip bana git kardeşini vur diyebilirsiniz, ben öldüremem... Hatta şunu da söyleyeyim size, evde tavukları kesen benim eşimdir, ben değilim” demişti... Böylece rahmetlik babacığım cezalandırılacak, hayatını yoksulluk içinde tamamlayacak ama hiçbir zaman boyun eğimeyecek, toplumlarımızın bölünmesine dair büyük planlarla hiçbir zaman uyuşmayacaktı...
Sonraları bir yetişkin olduğumda ve araştırmacı gazeteciliğim çerçevesinde Kıbrıs’ın anlatılmamış öykülerini yazmaya başladığımda, bu topraklarda yaşanmış pek çok olayla karşılaşacak ve bunları yazacaktım: Kıbrıslırumlar’dan alışveriş edenler ya da onlarla dostane ilişkiler kuranlar, dövülüyordu... Lefke’de bir Kıbrıslıtürk, Kıbrıslırumlar’ın dükkanlarını ateşe verip yakmayı reddettiğinde sonuçta Londra’ya kaçmak zorunda kalmıştı, canını kurtarmak için... Çünkü hayatı kendi tarafının “yeraltı teşkilatı”nca tehdit altındaydı, onlar Lefke’yi Kıbrıslırumlar’dan “temizlemeye” karar vermişlerdi. Ve bunun için de Kıbrıslırumlar’a ait dükkanları kırıp döküp yakıp yıkacaklardı... Ta ki Kıbrıslırumlar korkup kaçsınlar ve Lefke, kendilerine kalsın...
Hatta “yeraltı teşkilatı”na üye bazı şahısların, Kıbrıslırum toplumunun egemen çevrelerine, kendi toplumlarından bazı Kıbrıslıtürkler’in silah ya da mektup götürüp getirdiği hakkında “bilgi verip” onları nasıl da yakalatmaya çalıştıkları hakkında öyküler de duyacaktım... Bunlar, 1950’li ve 1963-64’lü yılların karanlık dönemleriydi...
UNA FATSA UNA RATSA
Ve araştırmacı bir gazeteci olarak, kendi “yeraltı teşkilatları” tarafından Kıbrıslıtürkler’le dost oldukları ya da onlarla alış-veriş ettikleri gerekçesiyle dövülen, ezilip elenen bazı Kıbrıslırumlar’ın öyküleriyle de karşılaşacaktım. O günlerde bazı Kıbrıslıtürkler’in öldürülmesine tanık olan bazı Kıbrıslırumlar’ı öldürmeye kadar vardıracaktı işi Kıbrıslırumlar’ın egemen çevreleri... Ve tüm bunlar basib bir şekilde olup bitmiyordu ve hayır, bazılarının iddia ettiği gibi “hatalar yaptık” şeklinde de meydana gelmiyordu – tüm bunlar biçinçli biçimde yapılıyordu ve Kıbrıslırum egemen çevrelerinin organizasyonuyla oluyordu: O günlerde yaşanan kaçırmalar, öldürülmeler ve böylesi suçların örtbas edilmesinde, bazı Kıbrıslırum polisler de görev almaktaydı...
Ve 1974 daha da dramatik trajediler ve yaralar açtı her iki tarafta ve her iki taraf da bu yaraların iyileştirilmesine izin vermedi... Egemen çevreler böylesi trajedileri kullanarak kendi “tarafları”nda kendi iktidarlarını garantiye almaya bakıyordu... Onlar için göçmenlerin, “kayıplar”ın ya da tecavüz yaşamış olanların acıları ancak kendi daha büyük “planları” için bir kullanım aracı olduğu sürece bir değer taşıyacaktı... Acının kaynağının orada durmasını istiyorlardı çünkü bundan istedikleri gibi yararlanmayı hedefliyorlardı...
YENİDEN BİRLEŞME İÇİN BİR PLAN YOK...
Ve işte günümüzde bölünmüş bir adada yaşıyoruz, adamızın iki ana toplumu birbirindan ayrı yaşıyor, 1950’li yıllardan bu yana adamızdaki çatışmalardan ötürü çok ağır bedeller ödemiş olan Kıbrıslımaronit ve Kıbrıslıermeni toplumlarının acılarını, ihtiyaçlarını ve kaygılarını düşünen de yok...
Günümüzde durumumuz gerçekten trajiktir: Toplumlarımızı yaklaştıracak herhangi gerçek bir çaba yoktur, geçmiş daha iyi anlamaları için herhangi bir çaba yoktur, kastettiğim şey, her iki tarafın egemen çevrelerinde adamızın yeniden birleştirilmesi için herhangi bir çabanın olmayışıdır.
Elbette sivil toplum örgütünün çabaları her zaman vardı ve var olmaya da devam edecek ancak bu çabaların daha da güçlenerek anaakıma dahil olması için herhangi bir cesaretlendirme de yoktur.
Barış ve yeniden yakınlaşmayı mümkün kılacak herhangi bir çaba alıkşlanmalı ve teşvik edilmelidir, oysa egemen çevreler kendi işlerini, kendi tarafçıklarında kendi istedikleri biçimde, adamızın taksimiyle uygun şekilde yürütmeyi tercih etmektedirler.
ACININ KAYNAĞINA ODAKLANMALIYIZ...
İşte tam da bu nedenle sivil toplum örgütleri ve bu adanın sade yurttaşları olarak, bu adada barış isteyen insanlar olarak acılarımızın kaynağına odaklanmalıyız... Bu adada son 70 yıldan bu yana olup bitenleri ölçüp tartmalı, neden bu durumda olduğumuza bakmalı ve toplumlarımız arasında güven tesis etmeyi nasıl başarabileceğimize odaklanmalıyız. Geleceğimizi kurabilmek için böyle yapmalıyız... Acılarımızın kaynağını iyileştirmeden adamızda bir gelecek kurmak mümkün değildir, o nedenle odağımız, acılarımızın kaynağı olmalıdır...
Nilgün Güney'in toplu mezarlarla ilgili bir resmi...