1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Acılı aşık Prag...
Acılı aşık Prag...

Acılı aşık Prag...

Prag, Nazım dahil birçok sanatçıya ilham vermiş. Mozart ve Beethoven’ı bu ilhamla beslemiş. Kafka’nın doğduğu şehir, yazarın hem acılarını ve korkularını, hem de aşklarını sarıp sarmaladığı bir sığınağa dönüşmüş. Şehri yürüyerek dolaştığınızda

A+A-

        


Prag, Nazım dahil birçok sanatçıya ilham vermiş. Mozart ve Beethoven’ı bu ilhamla beslemiş. Kafka’nın doğduğu şehir, yazarın hem acılarını ve korkularını, hem de aşklarını sarıp sarmaladığı bir sığınağa dönüşmüş. Şehri yürüyerek dolaştığınızda, sanatçılara verdiği ilhamı da daha iyi anlıyorsunuz.



Prag... Üzerine türlü şiirler yazılmış dünyanın en romantik kenti olarak tanımlanan büyülü bir şehir... Efsaneye göre, Slovenya’nın anaerkil bir kavminin lideri olan Prenses Libuse, bir köylüye aşık olur. Prenses köylüyü kocası olarak seçerken, O’na Vlatava kıyılarında bir köy bulmasını ve burada bir kent kurmasını emreder. İşte Valatava ile bütünleşmiş aşıklar kenti Prag’ın bu aşktan doğduğu söylenir.

         Avrupa’nın kalbinde kurulmuş Prag, kendi dilinde, Çekçe’de, Praha olarak geçiyor. Bohemya Krallığı’nın başkenti olan şehir, Ortaçağ’da Kutsal Roma İmparatoru ve Batı Avrupa’nın büyük bir kısmının hükümdarı olarak döneminin en büyük gücü olan IV. Karl’ın bu büyük imparatorluğunun başkenti olarak ün kazanmış.

         Atatürk Havalimanı’nda uçuşumuzu kaçırarak birkaç saat geç geldiğimiz şehir, alandan çıkar çıkmaz bütün stresimizi alıyor. Günlerden Pazar... Sessiz ve sakin sokaklarda hiç korna sesi duymuyorsunuz. Bizi alandan alan taksi şoförünün hiç acelesi yok. 45-50 km arasında neredeyse şehri uyandırmaya korkan bir edayla, otele doğru yol alıyoruz. Prag’da sokaklar isimlendirilmek yerine numaralandırılmış.

Prag’a atfedilen “100 kuleli kent” ismi ise, Katolikler ve Reformcular arasındaki en önemli savaş alanlarından biri olması nedeniyle,bu mücadeleden arda kalan birçok katedral, şapel ve manastırdan geliyor. Bugün bile geçmişin acılarını, meydanlarını dolduran tankların ruhunu, şehir bir şekilde içinde taşıyor. Bütün ihtişamlı güzelliğine rağmen, bugüne bile hala burukluğu hissediliyor.

Nazım’ın dediği gibi şehir hala kurşun gibi...

Prag 16. yy’da Habsburg Hanedanı’nın önde gelen merkezlerinden biriydi. Çekoslavakya’nın 1918’de bağımsızlığını kazanmasıyla başkent olmuş, refomcu hareketin doruğa ulaştığı Prag Baharı’nı yaratmış. Tankların dişlileri ve Hitler’in işgali altında başka sıkıntılar yaşamış. Ama çalkantılı günler yaşasa da 1989’da Demir Perde’nin yıkılışının ardından eski küllerinden yeniden doğmuş.

Bugün, yaşanan bütün acı ve savaşa rağmen, sanat ve kültür mirası en zengin kentlerin başında gelirken, yüzyıllar öncesinin zenginliklerini her şeye rağmen korumayı başarmış.

Avrupa’yı dolaşırken hissettiğiniz en önemli fark, küçücük kentlerin bile çok sayıda devasa sanat merkezlerine sahip olması. İşte Prag da bunlardan biri.

Belediye Sarayı aynı zamanda muhteşem mimarisiyle, muhteşem konserlere ev sahipliği yapıyor. Prag’daki gecelerinizden birini hemen girişte satılan konser biletlerinden alarak değerlendirebilirsiniz. Konser öncesi akşam yemeğinizi de yine binanın alt katındaki görkemli restoranda yemek iyi bir alternatif olabilir.

HANUŞ USTA’NIN SAATİ

Kentte ilk gecemizi eski şehir meydanında geçiriyoruz. Meydanın en önemli simgesi Hanuş Usta’nın ünlü astronomik saati. Hanuş Usta 15. YY’da Charles Üniversitesi’nde profesörken yapmış, saati ve bir anda dünyanın çeşitli yerlerinden sırf saati görmek için gelen binlerce insanın ilgi odağı olarak, büyük üne kavuşmuş. Amacı ise, insanlara ölümün kaçınılmaz gerçekliğini anlatmakmış.

Hanuş Usta’nın saati, Güneş’in, Dünya’nın ve Ay’ın konumlarını gösteren astronomik bir saat. Saatin dış tarafındaki rakamlar İbranice. Bunun meydanın paralelindeki Yahudi Mahallesi’nde yaşayan Yahudi nüfusa da bir jest olduğuna inanılıyor.

Saatin etrafında 4 tane kukla var. Soldan en baştaki, elindeki aynayla kendine bakar; “kendini beğenmişliği” sembolize eder. Onun yanındaki kukla, elinde altın torbası olan bir Yahudi’dir; “cimriliği” sembolize eder. Bir yandaki kukla ise iskelettir; “yaşama karşı isteksizliği ve ölümü” anlatır. Sonuncu kukla, elinde mandoline benzer bir müzik aleti bulunan ve Türk’e benzetilen adam da; “gece hayatına ve sefahate düşkünlüğü” anlatır. İşte bu sembollerle Usta’nın kendini beğenmiş, cimri, yaşama karşı isteksiz ve sefahate düşkün olmayın dediğine inanılıyor.

Saatin altında da insanlara yapmaları gerekenleri anlatan 4 kukla var. Bu kuklalar da, bilime, adalete, astronomiye ve eğitime önem verme konusunda bir uyarı olarak algılanıyor..

Her saat başı, ölüm saatine bakar ve zil çalan ipi çeker, yukarda İsa ve havarileri ortaya çıkar ve gösteri horozun ötüşüyle son bulur. Ve her yeni saat kulenin tepesindeki borazancının borazanı çalışıyla alkışlar eşliğinde kutlanır. Saat, zamanı geçen saniyelerden güneşin ve ayın döngülerine kadar değişik biçimlerde gösterir. Zamanı takip ederken, dünyayı evrenin merkezinde göstermesi de dönemin evren anlayışını ortaya koyuyor.Her saat başı bu gösteriyi izlemek için yüzlerce turist BU saatin önünde toplanıyor.

Ama Hanuş Usta’nın hikayesi acıklı... Dünyanın çeşitli yerlerinden benzer bir eser yapması için teklifler alan Hanuş Usta’nın Kral’ın da ötesine geçen ününden rahatsız olan Kral ve şehrin ileri gelenleri, bu şaheserin bir benzerini yapmaması için ustanın gözlerine mil çekmişler. Gözleri kör olan Hanuş Usta ise, kendini saatin mekanizmasına bırakarak, intihar etmiş. Bu durumda bozulan saati de yarım asır boyunca kimse çalıştıramamış.

         Saat kulesine içinde bir asansörle çıkabilir ve şehrin muhteşem manzarasını izleyebilirisiniz. Meydandaki çok sayıda kafe ve restoranlar ise, Çeklerin kendine özgü kabalığının aksine, keyifli mekanlar.

ŞEHRİN İLHAMI

         Prag, Nazım dahil birçok sanatçıya ilham vermiş. Mozart ve Beethoven’ı bu ilhamla beslemiş. Kafka’nın doğduğu şehir, yazarın hem acılarını ve korkularını, hem de aşklarını sarıp sarmaladığı bir sığınağa dönüşmüş. Şehri yürüyerek dolaştığınızda, sanatçılara verdiği ilhamı da daha iyi anlıyorsunuz.

         Şehir turumuzun bir bölümünde Kale’ye çıkıyoruz. Aziz Vitus Katedrali, Kraliyet Sarayı ve Aziz George Bazilikası’na da ev sahipliği yapan kalenin yapımına, 9. Yüzyılda başlanmış. 1541’de geçirdiği büyük yangının ardından tekrar yenilenerek, bugüne kadar ayakta kalmış. Kale etrafında cephesini muhteşem bir manzaraya veren küçük kafeler, Prag’ı tepeden seyretmek için çok güzel alternatifler. Hemen sarayın önünde bulunan sokak müzisyenleri muhteşem konserler veriyor. Şehrin büyüsünde kendinizi unutmanız an meselesi...

 Bira, Prag’da vazgeçilmez içeceklerden biri. Buradaki biranın en önemli özelliğinden biri de ham maddesi olan şerbetçi otunun bol miktarda kullanılması, ki bu otun sağlık ve bağışıklık sistemi açısından da son derece faydalı olduğuna inanılıyor.

         Prag’da eski şehir meydanı yakınlarında Kafka’nın evini ziyaret ediyoruz. Altında bir kafe olan küçük galeri, yazarın şehir ile ilişkisine adanmış çeşitli yazarların ve kendinin satırlarını barındırıyor, farklı fotoğraflarını sergiliyor.

KOMÜNİZM MÜZESİ

         Prag’ın komünizm rejimiyle ilişkisini en ilginç şekilde anlatan mekanlardan biri de Komünizm Müzesi. Aslında tamamen bir reprodüksiyondan oluşan sosyalizm ve komünizme karşı yaratılmış bir korku evi gibi. Müze Mc Donald’s hemen üst katında, Casino’nun sağında yer alıyor. Sadece bu adres ve tabelasında yer alan dişli matruşka bile, müzenin içeriğini de özetliyor. Hemen girşite ise, Marks’ın ayak tırnaklarını kestiği bir resim kartpostallaştırılmış ve bu şekilde birçok hediyelik satışa sunulmuş.

NAZIM’IN İZLERİ

Nazım’a şiirler yazdıran ve memleket hasretiyle sığındığı kentte biraz da Nazım’ı solumak isterseniz, Kafe Slavia’ya yani Kavarna Slavia’ya mutlaka uğramalısınız. Kavarna Çekçe’de kahve demek. Nazım Hikmet’in bir resminin, aynı zamanda bir portresinin de asılı bulunduğu kafede yemek de yiyebilir ve şehrin tadına varabilirsiniz.

VLATAVA NEHRİ

         Bohemya’nın denizi de denilen Vlatava Nehri, şehre büyüsünü veren en önemli yanı. Nehirde bir gezi ve Charles köprüsü üzerinde bir yürüyüş de şehirle bütünleşmek için seçilebilecek en güzel yollardan biri. Ama bunun yanından faytonlardan scooterlara kadar da turist gezilerine adanmış çeşitli araçlar da mevcut.        

         Şehri dolaşırken Powder Tower’a çıkmaya karar veriyoruz. Kule tamamen siyah renkte. Merdivenler siz çıktıkça daralıp korkunçlaşsa da katlandığınız zahmete kesinlikle değiyor. 168 dar merdiven çıkıyoruz ama kaleden izlediğimiz Prag’ın kendisi. Taç giyme töreninde Krallar bu Kulenin hemen altındaki kapıdan geçermiş. Kulenin hemen girişinde şövalyeler nöbet tutarken, o dönemi canlandırıyor.

KALOVY VARY

         Prag yakınlarındaki Karlovy Vary turumuz ise, kesinlikle kaçırılmaması gereken bir turdu. Atatürk’e de şifa olan kasaba, muazzam manzarası ve kaplıcalarıyla ünlü. Çekçe adı Karlsbad olan kasaba, Karl’ın banyosu olarak da anılıyor. Şehre girer girmez, yassı ve uzun ağızlıklı özel bardaklarla çeşitli çeşmelerden şifalı olduğu söylenen kaynak sularını içerek dolaşan turistlerle karşılaşıyorsunuz. Çünkü bu suların hızlı hızlı yürürken içilmesi öneriliyor. Doktorlar reçetelerine kişinin hastalığına uygun gelecek kaynağa göre tavsiyede bulunurlarmış. Her çeşme numaralandırılmış. Ama sudaki yoğun azot, en azından benim bu suyu içmemi imkansızlaştırıyor. Rehberimiz de denememiz konusunda fazla ısrarlı değil. “Ben bir kez içtim fazlasıyla kafi geldi” diyor, gülüşüyoruz.

         Karlovy Vary’nin 12 kaplıcası var. Yerli halkın, 13. Şifalı kaplıca olarak adlandırdıkları ünlü likörleri Beceherovka da dünyada sadece burada bulunuyor. Bu tarçınlı zencefilli likör, onlarca baharattan yapılıyor ve her türlü derde deva olduğu söyleniyor. Alkol oranı da oldukça yüksek olan likörü yavaş yavaş içtiğinizde, keskin tadı içindeki aromayı daha fazla hissediyorsunuz.

         Döneminin sanat ve moda merkezi olan, çağının en zenginlerinin tatil beldesi küçük kasaba, ünlü bir film festivaline de her yıl ev sahipliği yapıyor. Kasabayı ister yürüyerek, ister faytonla dolaşın, attığınız her adımda sanatın yaşamın içine ne kadar yerleşip içselleştirildiğini izleyerek şaşırabiliyorsunuz. Kalovy Vary’nin manzarasının ana mimarı muhteşem otel, kasabaya ana karakterini de veriyor.

Yol boyunca yürüyor, muhteşem zerafetteki demir revaklar altında dinlenip, sonra faytona biniyoruz. Dingin kasaba zamanın keyifte durduğu anlar için yaratılmış gibi.

         Karlovy Vary yakınlarındaki Pilsen kasabası da dünyanın ilk bira üretim merkezi. Pilsen biralarının adı da buradan, yaratıcısının adından geliyor.

 

UNUTULMAZ VİYANA

         Prag’da geçirdiğimiz 3 günün ardından, şehirle vedalaşıp, Avusturya’nın başkenti Viyana’ya doğru yola çıkıyoruz. Prag görselliği ile ne kadar muhteşemse, Viyana da yaşam alanları ve sanata, kültüre verdiği değerle, o kadar yaşanası ve aşık olunası bir kent. 2008, 2009 ve 2010 yıllarında, arka arkaya 3 yıl dünyanın yaşam kalitesi en yüksek şehri seçilmiş.

Görkemli srayları, bahçeleri ve nefes kesen yeşiliyle Viyana, tam bir zerafet kenti. Şehir 23 bölgeye ayrılmış. Tarihi İç Kent ya da Innere Stat, 2001 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine alınmış. Şehir 16. Yüzyıldan bu yana Avrupa’nın müzik başkenti olarak anılıyor. Bunu da zaten şehrin her dokusunda hissedebiliyorsunuz. Viyana’da göreceğiniz faytonlar da diğerlerinden daha bakımlı ve temiz.

Viyana aynı zamanda UNO City adıyla ayrı bir merkez yaratan Birleşmiş Milletler kompleksine de ev sahipliği yapıyor. Bunun yanında, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Organizasyonu, Birleşmiş Milletler Endüstriyel Kalkınma Organizasyonu, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ve daha birçok uluslararası organizasyonun da merkezi konumunda.

ŞİNİTZEL

         Viyana’da ilk günümüzde kent merkezini dolaşıyoruz. Çok sayıda Türk yaşayan kentin en kötü bölgeleri de yine Türk mahalleleri. İç kentte Aziz Stephanos Katedrali, İmparatorluk Sarayı, Ulusal Tiyatro, Mozart’ın Evi, Devlet Operası ve Güzel Sanatlar Müzesi gezilebilecek önemli yerler arasında.

         Inner Stat’ın Ortaçağ’dan kalma alanlarını çevreleyen ünlü Ring caddesi ise pahalı butiklerin ve şık kafelerin sıralandığı Champs Elysees tarzı bir cadde. Zaten mimarisi de bu caddeden ilham alınarak yapılmış.

Viyanda’da adım başı bir galeri görmeniz mümkün. İlk gece klasik müzik konseri sonrasında oturduğumuz küçük restoran da aynı zamanda küçük bir galeriyi içinde barındırıyordu. Callilas’ın zarif sahibesi bize önce şık bir cam bardakta havuç çorbası, ardından da somınlu rizotto ikram ediyor. Harika bri şarap eşliğinde yediğimiz yemeğin ardından da enfes bir tatlı geliyor. Kendi yapımları olan harika bir portakal likörü de müessesenin ikramı olarak kibarca sunuluyor. Yolunuz düşerse, mutlaka uğrayın, pişman olmayacaksınız.

 Viyana’nın en ünlüsü ise, Avusturya Kraliçesi Sisi... Yüzyıllar sonra bile hala güzelliği ve ünüyle şehri baştan aşağı donatıyor. Meydanda katedrale yakın bir kafede, ben bir başka ünlünün, Mozart’ın dondurmasını kaşıklıyorum. Viyana’nın kahve ve pastaları gibi, dondurmaları da en az şehir kadar baş döndürücü.

Katedralden aşağıya doğru birkaç yüz metre yürüdüğünüzde, hemen ilk yoldan sola sapıyorsunuz. Karşınıza çıkan pasajın sonunda, hemen sağ kolunuzun üzerinde, ünlü Figlmüller Restoran, Viyana’ya gitmişseniz kesinlikle kaçırmamanız gereken bir durak.

         Bizim tesadüfen en iyi şinitzeli nerede yiyebiliriz diye sorarken bulduğumuz restoran, aslında Avrupa’nın en ünlü şinitzelini yapıyor. 1905’de açılan restoranın kendi üretimi şarapları ise muhteşem. Çiçek aromalı, kolay içimli bir tadı var. Restoranı bulduğumuzu önündeki uzun kuyruktan anlıyoruz. Yarım saat bekledikten sonra içeri ancak girebiliyoruz. Ama kesinlikle beklediğimize değiyor. Beklerken NewYork Times’dan çeşitli gurme dergilerine kadar pek çok ünlü ismin restorandaki fotoğraflarını seyrediyoruz. Sovyet Lideri Grobaçov da bunlardan biri.

         Viyana şinitzelinin en önemli özelliği, dana etinden yapılıyor oluşu. Figlmüller’in kendi spesyali ise, domuz şinitzeli. Büyük bir tabak boyunca tek parça halinde, incecik geliyor önünüze. Ve kesinlikle çok lezzetli...Üstelik fiyatları da şaşırtıcı derecede düşük.

PRATER

         Viyana yaşam kalitesine verdiği önemi yüzyıllar öncesinden günümüze taşımış. Şehrin eğlence merkezi de olan Prater bunun örneklerinden biri. Dünyanın ilk dönme dolabı ve lunaparkına ev sahipliği yapıyor. Merak edip biz de gidiyoruz. Yemyeşil çimler üzerine uzanıp, Viyana sıcağından büyük ağaçlar gölgesinde korunurken, şehrin tadını çıkarıyoruz, önce.

Ve tarihi dönme dolaba biniyoruz...

         Prater içinde bulunan lunaparkta Viyana’nın sembollerinden olan Riesenrad (Dönme Dolap) 1896 yılında İmparator I.Franz Joseph’in tahta çıkışının 50. yılı dolayısıyla, İngiliz mimar Walter B. Basset’e 30 vagonlu olarak yaptırılmış. II. Dünya Savaşı’nda hemen hemen tamamı yanmış, 1947’de 15 vagonlu olarak tekrar hizmete açılmış. İşte ilk lunapark fikri de bu eğlence merkezinden gelişmiş ve günümüze taşınmış.

         Viyana’da mutlaka uğramanız gereken yerlerden biri de Hundertwasser evleri. Rengarenk evler ve küçük bir köy şeklinde yeniden tasarlanan mahalle, belediye tarafından ünlü mimara özel olarak sipariş edilmiş. Renkleri ve yamuk şekilleri ile doğanın kendisini anlatan mimari, keyifli zaman geçirmenizi sağlıyor. Aynı zamanda çok güzel özel tasarım hediyelik eşyaların satıldığı dükkanlar da var. Pasaj içindeki halk tuvaleti bile, aynı konseptte rengarenk tasarlanmış, neredeyse bir eğlence mekanı gibi...

MAYERLING

         Renkli mahalleden çıkıp kendimizi tekrar Viyana sokaklarına bırakıyoruz. Prag’ın yağmurlu ve soğuk havasının aksine, Viyana neredeyse Kıbrıs kadar sıcak. Viyana ormanları arasında Mayerling Şatosu’na doğru yaptığımız yolculuk, yeşilin en muhteşem halini ayaklarımızın altına seriyor.

         Mayerling bir av şatosu... Koca bir imparatorluğun kaderini baştan aşağı değiştirecek bir drama ev sahipliği yapmış. Kraliçe Sisi ve Kral Franz Joseph’in tahtın tek varisi oğulları Rudolph’un bu av şatosunda gözlerden uzak, genç sevgilisi Mary Vetsera ile buluştuğu söylenir. O gecelerden birinin sabahında ise, iki sevgili vurulmuş olarak bulunur. Şimdi bu dramın sahnelendiği bir müzeye dönüştürülen şato, yaşanan olaydan sonra, Carmelite rahibelerinin manastırına dönüştürülmüş. Avrusturya Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşüyle monarşinin sona ermesinin sembolü olarak da anılan olay üzerine türlü efsanelerin canlandırıldığı, opera ve baleler yanında, müzikaller oluşturulmuş.

BADEN

         Viyana ormanları ve Mayerling dramının ardından Baden’e varıyoruz. Aşağı Avusturya eyaletinin ilçe merkezi olan kasaba, 25 binlik küçücük nüfusuyla şirin ve zarif bir yer. Kısa bir yürüyüş ve keyifli bir kafe molasının ardından, tekrar şehre dönüyoruz. Viyana’dan ayrılırken, bir sevgiliden ayrılır gibi buruk kalıyor içimiz. Öylesine keyifli bir kenti özlüyoruz...

BRATISLAVA

         Avusturya’dan sonraki durağımız Slovakya... Bratislava’ya gidiyoruz. Tuna nehir kıyısında yer alan şehir, hem Avusturya hem de Macaristan’a sınır. Değişik el işçilikleriyle yapılmış hediyelikler ilgi odağımız oluyor.

VE BUDAPEŞTE

         Güne yeni başlayan sabah tazeliğindeki Bratislava’dan ayrılıp, Macaristan’a doğru yola çıkıyoruz. Ve Budapeşte’deyiz... Strauss’un neden Mavi Tuna bestesini yaptığını, Budapeşte’de anlıyoruz. Çünkü ilk kez burada Tuna gerçekten mavi. Tuna Nehri, şehri Buda ve Peşte olarak ikiye bölüyor. İlk durağımız ünlü Balıkçılar Burcu. Kaleden şehir manzarası ise tam anlamıyla nefes kesici.

         Kale üzerindeki restoranlar nefes kesici manzaraya, yine nefes kesici canlı müziklerle eşlik ediyor. Budapeşte’de şehri dolaşmak mı lazım, yoksa burada durup seyretmek mi, ikilem yaşıyorsunuz. Ama kesinlikle bu üç şehrin en önemli özelliği, koşarak daha fazla yer görmek ya da müze dolaşmak yerine mutlaka biraz durulmak, dinlenmek ve muhteşem manzarayla bu şehirler içinden akan hayatı seyre dalamak kaçırılmayacak kadar büyüleyici olmaları.

         Muazzam güzellikteki parlamento binası şehrin görkemini daha artırıyor. Budapeşte’yi gece nehirde dolaşırken, dünyanın en güzel ışıklandırılan Paris’ten sonraki bu ikinci şehrine, bir kez daha hayran kalıyorsunuz.

Biz biraz daha şanslıyız. Çünkü 20 Ağustos aynı zamanda Aziz Istvan’ın tahta çıkışının yıldönümü olarak kutlanan milli bir tatil. Gece, o ışıklandırılmış muazzam şehir, yarım saat süren muhteşem bir havai fişek gösterisiyle aydınlanıyor. Ve bir buçuk milyonu aşkın kişi, ellerinde biralarıyla, şehir meydanında bu büyüleyici manzarayı seyretmek için toplanıyor.

PARLAMENTO BİNASI

         Budapeşte Parlamento Binası’nın görüntüsü kadar hikayesi de görkemli. Bina 1880 yılında düzenlenen bir proje yarışması sonrası yapılmaya başlanıyor. Yapımı 17 yıl sürüyor. Macarlar’ın Orta Asya’dan gelişinin bininci yılı olan 1896’da açılan binadaki 32 milyon yontulmuş kireç taşından yapılan kubbe yüksekliği ve ana salona kadar çıkan merdivenlerin sayısı da 96... Binanın sağ ve sol bölümleri simetrik olarak tasarlanmış...İçerisinin sıcaklığı ise, yaz kış, insan beyninin en iyi çalıştığı ısı olan, 20-21 dereceye ayarlı. Yılın her bir gününü ifade eden 365 kubbesi bulunan binada, 400’den fazla oda, 27 merdiven boşluğu mevcut. Bina ayrıca, 20 kilometre uzunluğunda kırmızı halı ile süslü ve İngiliz Parlamentosu’nu bile kıskandıran toplam 6 ton ağırlığında 8 adet mermer sütun bulunuyor. Binanın en dikkat çekici bir diğer özelliği ise, yapımında Avrupa’nın elle örülmüş en büyük halısı ile, süslemelerinde 40 kilo altın kullanılmış olması. Krallık mücevherleri de burada sergileniyor.

         Budapeşte’de görülmeye değer yerlerin başında Kahramanlar Meydanı, heykel parkı, Margit Adası ve Kraliyet Sarayı var. Şehrin köprüleri ve kafeleri muhteşem. Havai fişek gösterisi öncesi merkezde harika bir gulaş çorbası içiyoruz.

ESTERGON

150 yıl boyunca Osmanlı hakimiyetinde kalan şehirdeki birçok hamam, mescit ve camiden şimdi geriye kalan bir şey yok. Turumuzun Budapeşte bölümünde önemli duraklardan biri de tarihi Estergon Kalesi. Kasaba hala ülkenin dinsel merkezi konumunda ve ülkenin en büyük kilisesini barındırıyor. Biz işte bu kilisede canlı bir ayini de izliyor ve bir düğün törenine şahitlik ediyoruz. Visegrad’da geleneksel bir yemek molası verdikten sonra, Szentendre’de alışveriş turu yapıyoruz.

         Budapeşte’de bir Çigan gecesinde eğlenirken geleneksel Macar şarabı Tokai’yi de deniyoruz. Macarların geleneksel el işleriyle dantelleri de son derece zarif.

         Ve gezi sona ererken damağımızda bir tatilden fazla yaşamın kendisine ait bir tatla dönüyoruz.

         Bu şehirler kesinlikle yaşanması gereken şehirler... Bir kez değil belki birkaç kez tadını alarak zaman ayrılması gereken kentler... Hala gitmemişseniz mutlaka ilk sıralara alın...

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1948 defa okunmuştur