“Ada Karanlığından Kaçış 2½”
Kaleme aldığı her kitabında bizleri düşünceler denizinde bir yolculuğa çıkartan araştırmacı-yazar Dr. Turgül Tomgüsehan’ın “Ada Karanlığından Kaçış 2½” kitabı yayımlandı.
Yazarın daha önce yayımladığı ve okuyucunun büyük ilgisini toplayan “Ada Karanlığı 1” ve “Ada Karanlığı 2” kitabının bir devam kitabı olan ve Işık Kitabevi Yayınları’ndan yayımlanan “Ada Karanlığından Kaçış 2½” kitabı da okuyucusuna önceki kitapların hazzını veriyor.
Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşanan olayların, Türkiye’ye, özellikle Güneydoğu coğrafyasına kadar uzanan boyutlarını ele alan kitap, Akdeniz’in serin suları üzerinde, dalgaları yararak süzülen bir geminin güvertesinde başlıyor.
Okuyucusunu içine alıp, engin bir düşünce denizi içine sürükleyen roman, Türkiye’deki güç odaklarının etkilerine, iç hesaplaşmalardan, insan yüreğinin sıcaklığına kadar uzanıyor. Satırlar arasında gezinirken, kâh gerilecek, kâh öfkeleneceksiniz.
Turgül Tomgüsehan ve eşinin yaşadığı olaylardan kurgulanan kitap, ada karanlığının “o çıkmaz sokakları”nda yaşananları edebi bir dille anlatıyor.
Anlatılanlar arasında neler yok ki? Mafya yapılaşması, kara para, şiddet, bombalama eylemleri ve kaçış… 14 günlük bir kaçış, varlık ile yokluk arasında bir kaçış…
Adanın yakın tarihine ışık tutan bu kitap, tüm kitapçılarsa satışa sunulurken, “Ada Karanlığı 3” kitabının da habercisi aslında.
Bir geçiş kitabı olarak bu kitabı okuyucusuyla buluşturduğunu dile getiren Tomgüsehan, okuyucunun zaman örgüsünde eksiklik kalmaması açısından bir ara kitap olarak bu kitabı yayımladığını söyledi.
Bilhassa macera türündeki romanları seven okuyucular, Tomgüsehan’ın bu kitabını okumalı.
“Şehirler, canlı bir organizmaya benzer”
Şehirler, canlı bir organizmaya benzer. Gelişirler, büyürler, dağılırlar ve zamanı gelince de ölürler. Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bekir Karlığa, “Şehirlilik Ruhu ve Medeniyet Şuuru” başlıklı makalesinde bu durumu şu satırlarla anlatır; “Ölüp de bir daha hayata dönemeyen şehirler olduğu gibi, yeniden dirilen ve ölümsüzlüğe doğru koşan şehirler de vardır. Şehir vardır, canlı ölüler gibidir, artık hayatiyetini yitirmiştir. Şehirler vardır, kutsallıklarıyla metafizik alemin kapılarını önümüze açarlar. Kabe gibi, Kudüs gibi. Şehirler vardır daima canlı, şen, cıvıl cıvıldır, güzellikleriyle gözleri kamaştırıp durur ve cilveli bir dişi gibi herkesin ilgisini üzerine çekerler. İstanbul gibi, Roma gibi, Paris gibi.”
***
Şehirlerin ruhi yapıları bulunduğuna dikkat çeken Karlığa, aynı makalede bu düşüncesini “Nasıl canlı bir organizma ruh-beden ikilisinden oluşuyorsa, şehirlerin de fiziki konumlarının yanında, onun kadar, hatta bazen ondan da önemli ruhi yapıları bulunmaktadır. Elbette ki evler, çarşılar, pazarlar, binalar, sokaklar, caddeler kentin maddi yapısını oluşturan önemli birimlerdir. Ama bunları her zaman yeniden yapmak, değişik biçimlerde ve farklı stillerde inşa etmek veya şekillendirmek mümkündür” satırlarıyla okuyucusuyla buluşturdu.
***
Şehirleri asıl şehir yapan, ona kendi kimliğini kazandıran, ana rengini veren, temel özelliğini sağlayan ve onu özgür kılan şehirlerin ruhudur. Bir kenti, beton yığınından -madde halinden kurtarıp bir organizmaya dönüştüren, o şehrin manevi zenginliğidir. Hatıraları, içinde taşıdıkları, acıları, yaşanmışlıkları, yaralarıdır. O manevi zenginlik, o şehre kendi mührünü vurur, rengini verir. Ruhu olur.
Siz de o ruhu; bir sokakta, bir köşe başında, bir akşamda, bir seste, bir fotoğrafta, bir nağmede, bir ağaçta, bir evde, bir isimde, bir sokakta, bir mevsimde görüp yakalayabilirsiniz.
Önemli olan bu şehirlerin ruhunu, maneviyatını kaybetmemektir. Bir kere kaybettik mi, geri döndürmesi imkansızdır. O yüzden korunmalıdır.
‘Normal’ olmak ya da olmamak
“Acaba ben normal miyim?” Bu, birçoğumuzun zaman zaman kendi kendine sorduğu bir soru.
“Normal olmak”. Kime göre normal, neye göre? Ya da normal olmayan, “Anormal” kimdir? Nedir? Nasıldır?
Bir kişiye göre “normal” bir hareket, bir başkası için “anormal” olarak yorumlanabiliyor. Bunun kişinin kendi düşüncesiyle bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz. Peki ya toplumun bu kelimeye yüklediği ağırlığı nasıl açıklamalıyız?
Türk Dil Kurumu’na göre normal “alışılagelen, kurala uygun olan, şaşılacak bir yönü bulunmayan, olağan, doğal” şeklinde tanımlanmaktadır.
Peki toplumsal bazdaki anomaliler de sıradanlaşıp, topluma şaşkınlık vermemeye başlarsa, bunu da mı normalleştirilmiş sayacağız? İşte orada da normal kavramı da, çok farklı bir anlama bürünüyor.
***
Şimdi yazıyı edebiyata teslim edelim ve sözü, Müjdat Gezen’e verelim. Büyük Usta Gezen, Kırmızı Kedi Yayınları’ndan 2021’de yayımlanan “Normal Olacak Kadar Anormal Değilim” kitabında “normal”i şu satırlarla anlatır:
“Normal olacak kadar anormal değilim… Bu kitabın ismi böyle. Eski yıllarda uydurduğum bir cümleydi bu. Burada kastettiğim anormallik delilik değil. Ama çılgınlık sayılabilir. Çünkü hayatımın içinde çılgınlıklar vardır. Örneğin, MSM’yi açmam bir çılgınlık olarak adlandırılmıştı. Belki de çılgınlıktı. Ama fena olmadı. Dünyanın ilk ücretsiz özel okulu otuz yaşını bitirdi. Amerika’dan öğrenciler geldi ve kendi okullarıyla kardeş okul yaptılar MSM’yi. Emsal oldu. Başka kurumlara müfredatımızı verdik. Onlar da böyle yerler açtılar ve başarılı oldular. Tek farkımız vardı: Bizim konservatuvarımız ücretsizdi. Kurslardan elde ettiğimiz küçük paraların üstüne bir miktar da ben ekliyordum ve MSM dönüyordu. Giderek kursların geliri benim masraflarımı da üzerimden aldı (Korona zamanı dışında). Koronadan hiçbir çalışanımı mağdur bırakmadım. Hepsi orayı MSM yapan elemanlarım. El birliği ile ev kiralarımızı ödedik, yemeklerimizi de yedik. Kimse zorlanmadı. Anlayacağınız ben normal olacak kadar anormal değilim. Kendine normal diyenlere şöyle bir bakıyorum, bu bana çok anormal geliyor. Sözüm size değil. Anlamışsınızdır.”