“Afanyalı, gözleri görmeyen Rasiha Hanım’ın hikayesi...”
Kirakos Cambazis
(Afanyalı çok değerli yazar arkadaşımız Kiriakos Cambazis, Afanyalı, gözleri görmeyen Rasiha Hanım’ın hikayesini kaleme aldı Rumca olarak... Onun kaleme aldığı bu öyküyü, Skevi Luka İngilizce’ye çevirdi... Biz de okurlarımız için Rasiha Hanım’ın öyküsünü özetle Türkçeleştirdik... Kiriakos arkadaşımıza da Skevi Hanım’a da çok teşekkürler... S.U.)
Afanyalı, gözleri görmeyen Rasiha Mustafa 1917 senesinde dünyaya gelmişti ve 1968 senesinde vefat etti.
Gözleri görmez biçimde dünyaya geldiği için köyde herkes ona “Stravi” diye hitap ederdi...
Rasiha Hanım, çok zor koşullar altında büyüdü, ailesi çok fakirdi. Babası Ahmet Solak idi, annesi ise Sude Söğüde idi... İki erkek kardeşi vardı: Enver ve Niyazi...
Çok genç yaşta Mustafa ile evlendi ve dört çocukları oldu: Semra, Hasan, Nuray ve Sevtap...
Ve çok kötü bir olay meydana geldi, Mustafa Bey Afanya’dan ve ailesinden ayrıldı... Dört çocuk da, gözleri görmeyen anneleriyle başbaşa kalmışlardı...
Köylüler ona yardım ettiler ve biriktirdiği azacık parayla Thomu’dan yani Andrea Çakku’nun kaynanasından bir ev satın aldı. Bundan önce satın almış oldukları evin karşısında bulunan bir ambarda yaşıyorlardı...
Gözleri görmediği halde, evlatlarının yemeklerini pişiriyordu... Ancak onları besleyebilmek için bir de geliri olması lazımdı... Bir akrabası Lefkoşa’da yaşıyordu ve ev için öte beri satıyordu... Rasiha Hanım da Lefkoşa’ya giderek bu ev için öte beriyi alıyor ve yalnızca kendi köyünde değil, civar köylerde de bunları satıyordu... En çok ziyaret ettiği köylerden birisi de Sinde idi çünkü orada bir arkadaşı vardı, kadın duldu ve çoluğu çocuğu yoktu, bu yüzden Rasiha Hanım’ı evinde konuk edebiliyordu... Köylere gittiğinde genellikle küçük kızı Sevtap’ı da yanında götürüyordu...
Andrea Çakku ailesi onlara çok yardım ettiler ve barikatların ilk açıldığı zaman Sevtap’ın ilk aradığı aile de Çakku ailesi idi... Bu buluşmada ben de vardım ve çok etkileyici bir buluşmaydı bu... Artık yaşlanmış olan Çakkos ve Savvu onu görür görmez ona sarıldılar ve hep birlikte ağladılar. Rasiha Hanım, evlatlarına her zaman insanları sevmelerini, onlar yardım istemeden onlara yardım etmelerini öğüt vermişti...
Sevtap’ın belleğine kazınmış bir olay var ki bunu annesi nakletmiş kendisine. O da budur: Rasiha, Semra’yı dünyaya getirdiği zaman ebe ona çok güzel bir kızı olduğunu söylemiş, bunun üzerine Rasiha ağlamaya başlamış... “Niçin ağlan ama?” demiş ebe kendisine... “Ağlarım çünkü bebeğimi kucaklarım ama onu göremem” demiş...
Rasiha Hanım hiçbir zaman dilenmedi. Gözleri görmemesine rağmen çok çalıştı, evlatlarını korudu ve onları yetiştirdi...
Rasiha Hanım, evlatçıklarıyla birlikte...
Fotoğraflarda Rasiha Hanım ve küçükken evlatçıkları görülüyor...
“Srebrenika’dan sağ kurtulan Fadila Efendiç’in öyküsü...”
“Remembering Srebrenica” adlı internet sayfasında Srebrenika’dan sağ kurtulan Fadila Efendiç’in öyküsüne yer veriliyor... “Srebrenika’yı Hatırlamak” adlı bu internet sayfası, İngiltere’de aynı ismi taşıyan bir hayır kurumunun adı ve onlar, Srebrenika’da yaşananların unutulmaması için çeşitli etkinlikler yapıyorlar, hayatta kalanların tanıklıklarını toparlıyorlar ve bunları yayımlıyorlar... Okurlarımız için Fadila Efendiç’in öyküsünü bu sayfadan özetle derleyip Türkçeleştirdik. Fadila Efendiç’in öyküsü şöyle:
*** 1950’li yılların Yugoslavyası’nda dört çocuktan biri olarak fakir bir ailede doğmuş olmasına karşın Fadila Efendiç’e çok küçük yaşlardan başlayarak okumanın ve eğitimin önemi öğretilmişti... Ancak okuyup öğrendiği hiçbir şey onu Temmuz 1995’te Srebrenika’da yaşayanlara hazırlayamazdı... “O günler hakkında 100 tane film yapsalar bile, tam olarak ne yaşandığını anlatamazlar” diyor başını sallayarak, Potoçari’de BM güçlerinin gözetimi altındayken kendisinin ve binlerce başka insanın yaşadığı korkunç şeyleri hatırlayarak...
*** Eşi Hamid ile oğlu Feyzo, 8 bin diğer Müslüman erkek ve oğlan çocuğuyla birlikte Srebrenika’dan kaçmaya çalışırken öldürülmüşlerdi fakat akibetleri hakkında onyıllar boyunca Fadile hiçbir şey bilmeyecekti... Onu ayakta tutan ve dayanmasını sağlayan şey, kızına hayatını sürdürebilmesi için doğru düzgün bir eğitim fırsatı yaratmaktı...
*** Günümüzün bölünmüş eski Yugoslavyası’nda ve özellikle de Bosna-Hersek’te herkes isimlerin kimliğin parçası olduğunu, onların Boşnak Müslüman mı, Sırp veya Hırvat mı olduğunu gösterdiğini biliyor. Ancak Fadila kendisi büyürken durumun böyle olmadığını hatırlıyor: “Birlikte sosyalleşiyorduk – okula birlikte gidiyorduk, hiçbir zaman kim olduğumuz ya da dinimiz sorgulanmıyordu... Ben Tuzla’da okuldayken, arkadaşımın adı Helena idi ve bu ismi çok beğeniyordum. Okuldan eve döndüğüm zaman anneme, “Anneciğim bu duyduğum en güzel isim” demiştim. O da bana “Evet, güzel bir Katolik isim bu” demişti... Ben de bunun nasıl olur da bir Katolik ismi olduğunu çözmeye çalışıyordum. İşte o zaman Katolikler’in, Ortodoks Hristiyanlar’ın ve Müslümanlar’ın varlığını ilk kez keşfetmiştim...”
*** Annesi çocuklarına gizlice dini öğretiyormuş... “Ben Müslüman olduğumu biliyordum. Annem parti üyesi değildi babamın tersine ve kendince hareket ediyordu. Kendi camisine gidip dua ediyordu ve bize de bunu öğretiyordu ama bunları babamdan saklıyordu. Annem çok inatçıydı, hiçbir zaman bundan vazgeçmedi ve boyun eğmedi. Babama “Sen kendi işine bak, ben de kendi işime” diyordu...
*** 1990’lı yılların başlarında bazı şeyler değişmeye başlamıştı, ülkenin başka yerlerinde sorunlar olduğunu görmesine karşın Fadila durumun nasıl gelişeceğini bilmiyordu. “Srebrenika’da Müslümanlar’la Ortodokslar arasında herhangi bir tolerans yoksunluğu yoktu. İşte arkadaşlarıma ne olacağını soruyordum, onlar da bana bilmediklerini söylüyorlardı... Kızkardeşim üç çocuğunu alıp gitmişti, erkek kardeşlerim de öyle. Ben Potoçari’de kalmaya devam ettim. Annem çok hastaydı, gidemezi ve ona birinin bakması lazımdı. Ben ve ailem, eşim ve iki çocuğum böylece kalmıştık...”
*** Bu karar, tüm hayatını sonsuza dek değiştirecekti: “Bunu yaşamayan birisine bunu izah etmek zordur, eğer gelmekte olanı bilseydim o zaman kalmazdım. Başka yere kaçardım. Savaş yalnızca ölüm değil, çok çirkin şeyler de olur. Durum giderek zorlaşıyordu... Kurşun yağmuru altındaydık, savaşın çirkin yüzüyle karşı karşıyaydık..”
*** “Belgrad Radyosu’nu dinliyorduk, propaganda yüklü haberleri... Sokaklarda kimse yoktu, ateş altındaydık, kendimizi savunacak yeterli silahımız yoktu ve sürekli yalan söylüyorlardı... Evlatlarını savaşa göndermiş olan aileler karşısında kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyorlardı. Savaş propagandası her zaman sahtedir... Suçlu taraflar her zaman kendilerini haklı çıkarmaya çalışırlar...”
*** Fadila’nın annesi 1995’te vefat etti ancak Srebrenika’nın hemen dışında olan evlerinde ailenin geri kalanı kalmaya devam ediyordu... “Burasının güvenli bir yer olduğuna hiç inanmadım... Sırp askerler gelişigüzel ateş ediyordu...” En kötüsü 6 Temmuz’du – o kadar çok ateş ediliyordu ki eşime “Ne olacak?” diye sormuştum... “Ya kurtulacağız, ya da hepsimizi öldürecekler” demişti bana... Bir Sırp general olan Milovanoviç Belgrad Radyosu’nda “Srebrenika büyük bir bekleme odasıdır, orada oturup bekleyecekler, biz de Srebrenika’ya gidip işi bitireceğiz” demişti. Sözünü ettiği iş de insanları öldürmekti...”
*** “Ölümcül darbe 11 Temmuz’da geldi... Bize hep korunacağımız söylenmekteydi... NATO uçakları Srebrenika üstünde uçuyorlar ama harekete geçmiyorlardı... Eşime ne olacağını sordum... “Dünya buna izin vermeyecektir” demişti. Hangi dünyaydı bu? Yalnızca kendinize güvenebilirdiniz, dünyanın sizi korumasını bekleyemezdiniz. Ben kızımla evden ayrıldım. Eşim ve oğlum evde kaldılar, ertesi günü ormandan kaçmayı deneyeceklerdi. Birleşmiş Milletler üssüne gittiklerini de duydum. Birlikte değildik, neden bilmiyorum... Bir daha onları göremedim...”
*** Bir sığınak yerine BM üssü, cehennemden bir sahneye dönüşmüştü – Fadila bunu hatırlıyor: “İki gün iki gece boyunca aç ve susuzduk... Ben aç değildim, üşüyordum yalnızca Temmuz ayı olduğu ve 30 derece sıcaklık olduğu halde. Çok üşüyordum, sanki donuyordum... Korkudandı bu... Kendi ölümünüzü kendi gözlerinizle seyrediyordunuz... Onların gelip sizi alıp öldürmelerini bekliyordunuz. Birisiyle konuşuyordunuz ve o aniden yok oluyordu... Nereye gitmişti? Parmaklarıyla bir işaret yapıyorlardı, yani onu öldürmüşlerdi... Onu biryerlere götürmüşlerdi...”
*** “Çok korkunçtu... Herkes eski batariya fabrikasında yerde yatıyordu: Yaşlı insanlar, çocuklar, kadınlar... Bir köşede bir kadın doğum yapıyordu, bir başka köşede bir kadın ölüyordu... Onunla ne yapacaktık? Onu dışarı mı çıkaracaktık? Birisi gelip onu öldürmüyordu, korkudan ölüyordu kadın. Bir kadın doğum yapmıştı, çocuk ağlıyordu, çocuğun sağ mı, ölü mü olduğunu anlayamıyordum... Gıdasızlıktan bebeği besleyecek südü yoktu kadının... İki gün önce bir başka kadın doğum yapmıştı ve insanlara bir damlacık süt ya da bebek için şeker versinler diye yalvarmıştı. Çocuklar ölüyordu, durmadan ağlayarak ölüyorlardı... Bir kadın kendisini asmıştı korkudan... Tam bir kaostu...”
*** “Ben ayağa kalkmış izliyordum. Keşke bir kameram olsaydı, bunları çekseydim. Gazetecilere saygımız var ama en kötüsü olduğunda orada olmuyorlar, kaçıyorlar, bu da normal. Herkes kendi hayatı için korkar...”
*** Fadila’nın aklında kan dondurucu bir hatıra var, o zamanlar bunun önemini farketmemişti ama... “Ben batariya fabrikasındayken bir Sırp asker gelmiş ve “Korkma, sana zarar vermeyeceğiz. Sadece efendinin kim, kölelerin kim olduğunu bilmek istiyoruz” demişti. Meğer bu Mladiç idi... Bilmiyordum...”
*** Ertesi günü üstü açık askeri bir kamyonla başka bir yere götürülmüşlerdi. “Kamyonda bekliyorduk, bizi aşağı indirip öldürmelerini bekliyorduk. Orada bir ölü görüyordun ve aldırmıyordun artık... Ona dönüp bakmaya, kim olduğunu anlamaya vaktin yoktu artık... En kötüsü Kraviça’daydı – ambara insanları getiriyorlardı sıra sıra... Sıradaki bir adam beni tanımış ve adımı yüksek sesle söylemiş, bana seslenmişti. Bunu duyduğumda kafamı çevirip bakamadım, beni öldüreceklerini sandım, bana ateş edeceklerini sandım. Herkesin yüzündeki korkuyu görebiliyordunuz... Silahlarla insanlara vuruyorlardı... Çevremizdeki herşeyi gördüm... Miliçi’de bize kaya parçaları savuruyorlardı... Kamyon su almak için durmuştu. Su mu? Aklımızda su yoktu... Durmadan hareket etsin istiyorduk kamyon, böylece bize attıkları taşlar kafamıza isabet edemezdi... Ne kadar da çok nefret vardı...”
*** “Siyah üniformaları içerisinde dört asker gördüm, bunlar sövüp sayıyor ve “Baksanıza çe çok çocuk var, 20 seneye kadar bir başka savaş yapmamız gerekecek” diyorlardı... Eğer sağ kalırsam tüm bunları baştan yaşamam gerekeceğini düşünüyordum... Ben önemsizdim ama evlatlarımız tüm bunları yeniden yaşayacaktı...”
*** Eşi ve oğlunun akibetiyle ilgili haber almak için bekleyişi de tam bir işkenceydi ve kendisine hep yanlış bilgi veriliyordu: “Bana yalan söylediler. Gidip onları aramak istiyordum ancak bir çevirmen bana oğlum Feyzo ve eşim Hamed’i otobüste gördüğünü, onların zaten özgür bölgeye gitmiş olduklarını anlattı. Bazıları onların yakalanıp serbest bırakıldığını anlatıyordu. Diplomatlara güveniyordum, onların bir şey yapabileceğine inanıyordum. O günlerde onları bunca büyük sayıda hemen öldüreceklerinden yüzde yüz emin değildim... 10 kişi öldürseniz dahi bu bile çoktur, yok onbinlerce insan öldüreceksiniz... Nasıl olup da yorulmadıklarını bilmiyorum...”
*** “Özgür bölgeye geldiğim zaman oğlumu ve kocamı arıyordum. Bana deli olduğumu söylediler. Onca çok insan kayıp iken onlar nasıl gelecekti ki? Tamam ben deliyim. Ertesi günü Uluslararası Kızılhaç örgütüne gidip eşimle oğlumun kayıp olduğunu bildirmeye gittim, tek kelime edemiyordum. Konuşabilmem için biraz su içmem gerekmişti...”
*** Aradan bir sene geçtikten sonra onları bir daha sağ olarak göremeyeceğine inanmaya başlamıştı Fadila... “Almanya’ya gittim, Zagreb’e trenle gidiyordum ki Hırvat bir asker bana “Kendi kendini kandırma” dedi. “Onlar hayatta değildir, onların ölmüş olduğunu anlaman senin için daha iyi olur... O kadar çok tutukluyu esir kamplarında ya da hapishanelerde tutmak çok payalıdır. Onları öldürmek daha kolaydı” dedi. Ona üzgün bir bakış attım... Benim için çok zordu... Ancak ne kadar acı olursa olsun, gerçekle yüzleşmeniz gerekir...”
*** Nihayetinde seneler sonra, Boşnak Sırplar’ın toplu mezarlardaki kayıpları saklama çabalarına karşın eşi ve oğlunun kalıntıları bulunacaktı... “1998 yılının Mart ayında eşim kimliklendirilmişti. İskeleti tam değildi. Bedeni bir toplu mezarda, kafası başka bir mezarda bulunmuştu. Bunu anlamak korkunçtu... Dört zor sene daha geçirdikten sonra oğlumdan kalanların bir kısmı bulundu – yalnızca iki bacak kemiği bulunmuştu oğlumun...”
*** Özellikle oğlunu kaybetmiş olmak onu çok derinden yaraladı... “Her anne, evladı için bir aslan gibidir. Doğum yaptığın zaman bunu anlarsın. Çocuğunuz uyuduğunda, sıcaklığı olduğunda bir şey olacağından korkarsınız, çocuğunuzun öleceğini sanırsınız hastalandığında... Evladınız büyüdüğünde, birisinin onu sizden alıp da öldürdüğünü gördüğünüzde ne söyleyebilirsiniz?”
*** Yaşadığı acıya ve korkunç deneyimlerinin travmasına karşın Fadila Srebrenika’ya geri döndü ve çiçek satışı yaptığı bir iş kurdu: “Devam etmem gerektiğini anlamaya başlamıştım. Kızımla birlikte hayatta kalmıştık ama kızımın tek akrabası bendim. Çalışmalı, para kazanmalıydım ki kızım bir öksüz olduğunu hissetmesin. Babasının veya erkek kardeşinin göstereceği sıcaklıktan yoksun olduğu için bunu hissediyordu zaten ancak benim de güçlü olmam ve ona verebileceğim herşeyi vermem gerekiyordu. Onun işi çalışıp öğrenmek olacaktı. Benim ise çalışmam gerekiyordu. Bir anlaşma yaptık. Ona “Sen okuyup öğreneceksin, sana güvenimi boşa çıkarmayacaksın, ben de çalışıp senin eğitimini karşılayacağım” demiştim...”
*** Adalete ya da ne olması gerektiğine gelince, Fadila şöyle diyor: “Ben yalnızca gerçeği söylerim ancak soykırımı inkar edenler, bu idamların yaşanmadığını ileri sürenler ya da Sırbistan’ın bu savaşta yer almadığını iddia edenler korkmalıdırlar... Sırbistan sorumlu tutulmalıdır bundan. Tazminat ödediklerinde ya da hataları için ceza aldıklarında, işte ancak o zaman huzur içinde yaşayıp ölebilirler. Gerçek bir gün mutlaka açığa çıkmalıdır. Yalan söyleyerek kendi kendilerine sorun yaratırlar, gelecek kuşaklara sorun yaratırlar, kendi evlatlarına sorun yaratırlar...”
*** Fadila gibi Srebrenika katliamından sağ kurtulanlar için soykırımın inkarı, daha da büyük acı veriyor... Potoçari’deki mezarlığın karşısındaki dükkanında otururken şöyle diyor: “Sen beni döveceksin ve ben de bunun acı vermediğini mi söyleyeceğim? Adil değil bu... Bakın bu mezarlığa, tüm bu insanlar gökten mi düştü yere? Bir meteor mu çarptı kendilerine? Olan bu değildi... Onları kimlerin öldürdüğü de çok iyi biliniyor. Ben bunun olabileceğine inanmıyordum, o nedenle başka hiç kimsenin başına gelmesin diye konuşup anlatmaya devam etmeliyim...”
(REMEMBERING SREBRENICA sayfasından özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN)
Fadila Efendiç