“Ağustos 1974 günlüğüm…”
KIBRIS’TAN HATIRALAR…
Cemal Yıldırım
7 yaşındaydım o zamanlar... Ağustos’un 10’u gibi bir şeydi… Arabahmet’te nenemin evinde kalmaktaydık... Babam mevzideydi… Ateş-kes olduğu için sokaklar biraz daha emniyetli olduğundan en azından serinlemek için ev önündeki sekilerde oturuyorduk akşamleyin..
O günün gecesi hiç unutmam evimize sert suratlı, eli maşalı cinsinden bir kadın geldi… Nenem, annem, teyzem ve komşular hep bir arada oturmaktaydık...
Kadın, teşkilattanmış… Eski Mücahidelerden…
"Be gadınlar birkaç güne kadar büyük carpışmalar başlayabilir... Haber geldi... Hazırlığınızi yapın, yine Arabahmet İlkokulu’nun bodrumuna gideceyik" dedi…
Nenem bu laf üzerine sinir oldu "Ma gene mi be?" dedi… "Geçen sefer üst üste yatırdılar bizi onun içinde, leş gibi da kokardı onun içi… Az eziyet çekmedik, biz gitmeyik" diye de ekledi…
20 Temmuz günü öğleye doğru tüm mahalleliyi Arabahmet İlkokulu’na toplamışlardı ve orada çok sıkıcı ve zor 3-4 gün geçirmiştik diye bu kez nenem kestirmeden "Biz gitmeyceyik" dedi...
Nenemin bu lafı üzerine teşkilatın kadını sinir oldu…
"Ayşanım isten kessin seni Rumlar? Yalnız kalacaksınız burada, kim koruyacak sizi?" deyince ben korkudan ağlamaya başladım...
"Nene gidelim, biz da gidelim" diye resmen bönürürmüşüm....
Benim korktuğumu gören nenem "Ey yahu tamam giderik" deyince rahat ettim…
Kadın korku salarak bizi istediği kalıba sokmuş ve çekip gitmişti…
Birkaç gün sonra çok şiddetli top sesleriyle irkildik... İkinci harekat başlamıştı... Panik ve korku içerisinde Arabahmet İlkokulu’nun yolunu tuttuk yine...
Koşarken düştüğümü hatırlıyorum… Yeğenim Savaş beni kaldırmış ve koşmaya devam etmiştik...
Arabahmet İlkokulu’nun bodrumuna yerleşmiştik yine…
Geceleyin pencereden görünen gökyüzündeki izli mermileri seyrederek uyuyorduk…
Ertesi gün akşama doğru okulun yoluna 2-3 askeri kamyon geldi…
Içi ful insan dolu…
"Be bunlar Rumdur beeee" diye bağırdı biri… "Esirdirler" dedi diğer biri...
Biz pencereden dışarı bakarken onlar da kamyondan iniyorlardı.
Asker değildiler… Sivildiler...Çoluk çocuk, kadın çoğunluktaydı...
Hatta hiç unutmam çok yaşlı bir kocakarı vardı… Yatalak.. Kadını yatağı ile getirmişlerdi… Eski tip o siyah karyolanın üstünde kocakarı ah vah çeke çeke kamyondan indirirlerken, zannedersem ailesinden olan biraz yaşlıca bir adam, bizim askerlere yüksek sesle Rumca bir şeyler söyledi.. Ama adamın ağzına öyle bir vurdu ki oradaki asker, adam yere düştü… Kalkarken arkadan kıçına da tekmeyi yedi ve yine düştü...
Biz gözlerimiz açık, şaşkınlıkla olayı izlerken askerler yaka paça adamı içeri tıktılar. Tüm esirleri Başaran Kapalı spor salonuna tıkmışlardı… Burası meşhur “Pavlidis Garajı” idi… Bizim tüm mahalleli film seyreder gibi esirlerin indirilişini ve salona kapatılışlarını izlemiştik...
Bazı genç erkek esirleri dayak ata ata içeri sokuyorlardı...O gün esirleri görmek için gizlice salona yaklaşmıştık ama askerler bizi uzaklaştırmıştı… Ertesi günü de okuldan bizi goyverdiler… "Evlerinize gidin" dediler… Okul evden uzak olmadığı için biz mahalledeki çocuklar olarak devamlı ordaydık...
Bir süre sonra esirlerle diyaloğa girdik... Onlara mahalledeki bakkaldan sigara alıp getirdiğimizi hatırlarım… Parayı bize pencereden sarkıttığımız sepetçiğe koyuyorlardı… Askerlere görünmeden okulun arka tarafındaki aydınlatma pencerelerinden iletişime geçmiştik esirlerle... Biz de onlara sigarayı aynı şekilde sepete koyup sarkıtıyorduk...
Yeğenim Savaş bu işin ustasıydı… Alışverişi o yönlendirirdi...
Garip duygularla bakıyorduk esirlere… Esirlerin o donuk ve korku dolu yaşlı gözleri hiç gözümün önünden gitmedi yıllarca... Hala daha gözlerimi kapattığımda o perişan insanların siluetleri boşlukta beliriyor...
Birkaç gün sonra üzerinde UN yazan kamyonlar geldi, aldı onları ve gittiler… Esirler gidince hiç unutmam koşarak Başaran Spor Salonu’na gitmiş ve içeri girmiştik… Yerlerde kirli tabaklar, sağda solda bir sürü kirli çarşaf, battaniye, tekeş ayakkabılar, kirli elbiseler hatta bir bez bebek... Bez bebeği bizden büyük bir çocuğun yerden heyecanla kapıp aldığını hatırlarım… Ganimetin çocuk ruhunda bıraktığı o tarifsiz haz, yüzünde belirginleşmişti resmen… Ve o koku… Spor salonunun içi çok garip bir kokuyla kaplanmıştı… Okulun yanında bulunan zirai ilaç deposundan gelen keskin ilaç kokusuna karışan salon içindeki koku beynimde adeta yer etmişti… Yıllar geçse de o kokuyu hiç unutamadım...”
MARAŞ’TAN HATIRALAR…
“46 sene boyunca biriken tozlar…”
Vivian Avramidu Plumbis
“Atina’da, Pagrati semtindeki apartmanlarının mutfağında, bacak bacak üstüne atmış oturuyordu… Parmaklarının arasında yanan bir sigara vardı ve ikide birde önünde bulunan sigara tablasına doğru uzanıyor, sigarasının külünü silkeliyordu, kontrol etmiyordu, küllerin nereye düşeceği umurunda bile değildi… Gözleri tencereye odaklanmıştı, tencerede havuçlar, kereviz ve patatesler kaynıyordu, çorba yapmaktaydı…
Aklı gene başka yerlerdeydi…
Dalgalı denizler üzerinde, sapsarı papatyalar ve kıpkırmızı horoz laleleriyle dolu, sınırsız, ekilmemiş tarlalardaydı aklı… Ağır, paslanmış dikenli teller üzerinden, varillerden, kumla doldurulmuş torbalardan, yıkıntılardan fırlayıp çıkmış buatsalar üzerinden geçiyordu… Derelerin üstünden geçiyordu, çoğu kurumuş derelerdi bunların; tıpkı kendi gözyaşı pınarları kurumuş gözleri gibi…
Başka bir mutfaktaydı, başka bir tencerenin üstüne eğilmişti… O tencerede incir macunu kaynamaktaydı… Kendi büyük sırrı olan yarım bardak uzo katmıştı macuna… Maraş’taki herkes onun yaptığı bu incir macununu çok kıskanırdı…
Ocağın altını kapatmış mıydı acaba? Hatırlayamıyordu bir türlü… Kocası onu çekiştirip kaçmalarından önce, bombardıman uçakları tepelerinde uçuşurken, evden çıkmadan önce ocağın altını kapatmış mıydı? Bunu hatırlayamıyordu… Şehrin sirenleri kulaklarını patlatırken, tüm mahalle sokaklara dönüp koşuştururken, arabalarına doluşup kaçarken – o zaman: Ocağın altını kapatmış mıydı acaba?
Sebzeler tencerede kaynıyordu ve o, arada bir yanıbaşında oturan Tasulla’ya doğru dönüyordu, Tasulla kendini yün işine kaptırmıştı…
Ve uzun uzun içini çekerek, aynı cümleyi tekrarlıyordu:
“İşte durumlar böyle, sevgili Tasulla…”
Ve ğer sigarasının külü yere düşse dahi…bu onun hiç de umurunda değildi…”
(Fotoğraf Maraş’ta askerlik yapmış olan isimsiz bir Türk askeri tarafından çekildi. Hayalet kentten… Ben bu fotoğrafı, iyi arkadaşım Hris Anastasiu’nun duvarında asılı olarak görmüştüm…)
(Vivian Avramidu Plumbis’in yazısını Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ)