Akademia’nın Sınavı[1]
Seçkininden sıradan vatandaşına, eli kalem tutanından kahvehane sohbetlerinin müdavimlerine kadar hemen herkes için ‘eğitim’ neredeyse her derdin devası olarak algılanır ve ifade edilir
Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
İnsanoğlunun aklına mukayyet olmaya başladığı günlerden bu yana temel iddialarından biridir. Tepeden tırnağa yaşamın bütün alanlarındaki olumsuzlukların giderilmesi ve kalitenin artırılması konusunda ilk akla gelen hep ‘eğitim’ olmaktadır. Seçkininden sıradan vatandaşına, eli kalem tutanından kahvehane sohbetlerinin müdavimlerine kadar hemen herkes için ‘eğitim’ neredeyse her derdin devası olarak algılanır ve ifade edilir.. Bu geniş ön kabul ‘bilim-bilgi’yle toplumun kolaylıkla yeniden inşa edilebileceği inancından beslendiği kadar, ‘bilim-bilgi’nin içerdiği güç nedeniyle, gücün kendisinde yoğunlaştığı -yaşamın büyük oranda düzenleyicisi olan- ‘devlet-iktidar’la olan ilişkisinden de kaynaklanıyor olsa gerektir. Böyle olduğundandır ki, ‘bilim-bilgi’nin üretilip aktarıldığı, okutulup öğretildiği kurumlar büyük önem arz etmektedir. Bu kurumlar arasında öne çıkan üniversitelerin ve üniversite çevrelerinin her zaman gündemde olmaları da herhalde bu yüzdendir. Misal, gelişmiş demokrasilerde ‘Akademia’nın kendisiyle bütünleşen ve ağırlıklı olarak ‘olgu’larla anlam kazanan bilimselliği üzerinden elde ettiği büyük güçle, yine onun yaşama dönük ‘değer’lerle sosyalleşen diyalektik ilişkisinden doğan gücünün toplamı, son kertede ‘devlet-iktidar’ gücünün sorgulanması ve yeniden oluşturulması anlamında ‘beşinci kuvvet’ olarak ifade edilen bir önem kazanmasına yol açmakta ve bu da ‘üniversite’yi (yani ‘bilim-bilgi’ ve ‘eğitim’i) hayatın vazgeçilmezi kılmaktadır.
Platon’un, Atina yakınlarındaki bir zeytinliği kendine mekân edinip kurduğu ‘Akademos’undan bu yana, ‘bilim-bilgi’ hayatımızın içindedir. Etrafına topladığı öğrencileriyle Platon, gözlerden uzak bu özel mekânda hakikatin ve düşüncenin peşinde giderken, orada üretilen bilgi, henüz daha çok kendisiyle sınırlı bir güç ve ayrıcalık unsuru olarak telakki edilmekte ve herkesin dâhil olamadığı bu alan içinde yaşam bulan küçük bir cemaatin uhdesinde kalmaktadır. Bu o kadar öyledir ki Rönesans’la beraber sanatın ve giderek bilimin, dinin ve eğitim (ya da hakikat) adına öne çıkmış olan Kilise’nin yerini alacak yeni ‘akademi’lerin açılması da –en azından şimdilik- bu kendisiyle ve giderek sadece seçkinlerle sınırlı ve ayrıcalıklı güç konumunu değiştirmeyecektir. Burada bilim ve bilgi hâlâ ‘akademi’nin sınırları içinde var olmaktadır ve kendi fildişi kulesinde erişilmezliğini ve kutsiyetini korumaktadır. Ve nihayet Aydınlanma ve Modernite ile birlikte ‘bilim-bilgi’nin doğa ile doğrudan yüzleşmesi ve onu sorgulayarak değiştirmeye çalışması onu giderek gücünün zirvesine doğru çekmektedir.
Aklın, bilimin ve bilginin dünyayı anlamada ve doğayı değiştirme yolunda kazandığı bu büyük güç, 18. yüzyılda ‘üniversite’lerin ardı arkasına kurulmalarıyla bir bakıma ‘Üniversiteler Çağı’nı başlatacaktır. (Üniversite, ‘üniversal’, yani evrensel olandan neşet etmekte ve evrensel olanı işaret etmektedir). Aynı anda ‘ulus-devlet’in giderek yerleşik ve hâkim siyasal yapı olarak varlık bulması, bu yeni siyasal yapı ve onun ideolojisinin çok genel anlamda ‘eğitim’ ve daha spesifik anlamda da ‘bilim-bilgi’ ve ‘üniversite’ ile olan özel ilişkisini de gündeme getirecektir. Ulusçuluk ideolojisi ile yeni bir siyasal-toplumsal kurgulanış ve bunu sağlayan ve denetleyen yeni bir sınıfsal ‘devlet-iktidar’ (güç) söz konusudur artık ve ‘eğitim’ ve ‘bilim-bilgi’ de -başka unsurlar yanında- bu kurgulanışın vazgeçilmez dayanakları halini alacaktır. Özellikle ilk ve orta eğitim dönemlerinde ‘devlet-iktidar’ tarafından belirlenen ve bu kurumların gücünü, kalıcılığını ve kutsiyetini sağlayacak yönde ideolojik endoktrinasyona tabi tutularak işlev görür bir hale getirilen eğitim; ‘üniversite’ aşamasına gelindiğinde ise, bu kurumların (üniversitelerin) bizatihi ‘bilim’ ve ‘bilgi’ üretilen yer olmaları ve bu özelliklerinden kaynaklanan gücü içermeleri nedeniyle farklılaşma gösterecektir.. Bu farklılaşmanın mahiyetini belirleyecek olan ise , artık ‘akademia’nın kendi içine kapalı halinin aşılarak duvarlarının ötesine doğru genişlemeye yüz tutan ve doğrudan yaşamla karşı karşıya gelmeye başlayan ‘üniversite’lerin, ‘bilim-bilgi’nin kaynağı ve merkezi olmalarından doğan güçlerini, yüzleştikleri bu yeni dünyada kendilerine yönelen ‘devlet-iktidar’ (güç) merkezleriyle kuracakları ilişki biçimidir.
Temel soru şudur: Bu aşamada ‘üniversite’ler ve haliyle ‘bilim-bilgi’, gücünü, ‘devlet-iktidar’ (güç) ile bütünleştiren ve onun emrinde kullanılan bir işlevi üstlenmekle mi yetinecektir; ya da kendi gücünü salt kendisiyle sınırlandırarak, kendi iktidarını sağlamlaştıran bir yalıtılmışlık içinde kalmayı mı tercih edecektir (bu durumu ‘üniversite’nin salt ‘bilimsel olgu’lara dayanarak ‘akademizm’ ya da ‘bilimizm –scientisim-’ dünyasında kalmak, niteliksel dönüşümlerini ve gelişmelerini salt bu dünya ile sınırlandırmak diye tanımlamak da mümkün); yoksa Antik Yunan’dan itibaren aşama aşama gelişen, bu gelişim harcında Kilise’nin ve zalim iktidarların bağnaz şiddetiyle akıtılan bilim adamları ve bilgelerin kanlarının yer aldığı, Descartes’in cogitosu (‘Düşünüyorum o halde varım!’), Kant’ın ‘Sapare Aude’si (‘Kendi aklınla düşünmeye cesaret et!’) ve daha birçoklarının katkılarıyla bilim-bilgi-düşünce ufuklarının sürekli genişletildiği özgür, yaratıcı ve eleştirel gücünü, ‘devlet-iktidar’(güç) karşısında özerkleş(tir)erek, hem ‘bilimsel olgu’lar çerçevesinde ‘dikey’ anlamda derinleşmek ve yetkinleşmek (bilim kalitesini sürekli artırmak ve geliştirmek) ve hem de ‘değer’ler çerçevesinde ‘yatay’ anlamda genişleyerek çağdaş dünya ve toplumun kurulmasına (‘bilim-bilgi’den başlayarak siyasetin ve toplumsal yaşamın demokratikleşmesine), onun zihniyet dünyasının oluşmasına (demokrat zihniyet ya da düşüncenin demokratikleşmesine) katkıda bulunmaya devam mı edecektir? Günümüzün özellikle gelişmiş demokrasilerinde temel güçler olan Yasama, Yürütme ve Yargı yanında dördüncü kuvvet olarak zikredilen Medya’ya, beşinci kuvvet olarak ‘Akademia’nın da katılmış olması; yeni toplumsal-siyasal projelerin söz konusu olduğu dünyamızda bu projelerin anlamlandırılması (kavramsallaştırılması) ve hayata yönelik yaşayan gerçeklikler olarak yansıtılması (demokrasi ve demokratikleşme işte tam burada önem kazanmaktadır) yönünde ‘üniversite’leri ısrarla gündemde tutmaktadır..
Aşikâr olan şudur: Üniversite (akademia) kendi sınırları içinde kendisi için bir güç olarak kaldığı ya da bilim adına ‘olgu’larla yetinen ‘akademizm (scientism)’ anlayışıyla yetindiği sürece, toplumdan uzaklaştığı kadar, doğrudan ya da dolaylı olarak iktidarın (hâkim güç/anlayışın) dümen suyunda kalacak, otoritesine boyun eğecek, onun saç ayaklarından birisi olarak kalacaktır. Buna karşılık, üniversite (akademia) ‘bilimsel olgu’larla kazandığı bilimsel derinliğini ve yetkinliğini ‘değer’lerle genişleterek sosyalleştiği; özgür ve yaratıcı düşünceyi, çoğulculuğu, katılımcılığı, eleştirelliği teşvik ettiği ve bu temel ayaklar üzerinde vücut bulduğu sürece kendi niteliksel gelişimi yanında, hem doğrudan toplumsal yaşama dâhil olacak, hem de siyasetten kültüre, düşünceden sanata hayatın bütün alanlarında etkin ve demokratik bir güç olarak işlevsellik kazanacaktır.
Türkiye’de rejimin geleceğini belirleyecek olan 16 Nisan referandumuna doğru gidilirken, Erdoğan ve AKP muhalifi unsurlara yönelik olarak daha da artan baskıların ve keyfi uygulamaların bir başka dramatik örneği şimdilerde akademi dünyasında yaşanıyor. Ardısıra görevden ihraç edilen akademisyenlere, son olarak KHK garabetiyle birçok değerli isim daha eklendi. Ülke genelinde yaşanan gelişmelerin ortaya çıkardığı olumsuz tabloya, üniversitelerdeki kıyımla yenisini ekleyen iktidarın pervasızlığı ürkütücü boyutları ulaşırken, özgür-yaratıcı, eleştirel düşüncenin menbaı olan/olması gereken ‘Akademia’nın özerkliğini ortadan kaldıran, düşünce özgürlüğünü doğrudan hedef alan bu karar, ‘akademia’nın geleceğinin ne olacağı sorusunu gündeme getirdi. Geniş kesimlerde alınan karara tepkiler yükseliyor, eylemler ortaya konuyor, direniş sürüyor. Ancak hepsi tamam da, bu noktada asıl merak edilen, saldırılar/baskılar karşısında farklılıklarıyla, içerisi (içerde kalanlarla) ve dışarısıyla (görevden alınanların) akademia dünyasının tümünün göstereceği tavır.
Can alıcı soru şu: Akademia, iktidarın onu kendine tabi kılmaya zorlayan ve kurumsal yapısı içine hapseden baskılarına boyun mu eğecek; yoksa özerk yapısını koruyup, bilim yuvası olarak niteliksel gelişimini sürdürürken, aynı anda baskıya karşı direnme, özgürlüklerin ve demokrasinin kökleşmesine yönelik sorumluluklarını yerine getirebilecek mi?
Akademia’nın varoluşsal kertede önem arz eden sınavı var, kendisiyle ve iktidarla..
[1] Bu yazı, 3 Mart 2005 tarihinde "hamamboculeri.org" sitesinde yayınlanan "Demokratik üniversite" başlıklı yazımının gözden geçirilmiş, değiştirilerek güncellenmiş halidir.