1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Akılla Hesaplaşma
Akılla Hesaplaşma

Akılla Hesaplaşma

Akılla Hesaplaşma

A+A-


Yılmaz AKGÜNLÜ
[email protected]

Aptallığında direten sonunda akıllanır demişler. Dünya kendini akıllı sanan kişilerle dolu ve bize öğretilen en gözde doğrulardan biri de insanın en akıllı varlık olduğu değil mi? Peki nedir akıl? Gerçekten akıllı mıyız? Ve bu tür sorulara cevap bulabilir miyiz? Evet, sorulara diyoruz. Aklımızın en büyük özelliği soru sormak değil mi? Ve sonra da cevapların peşine düşmek. Akıl sorular soruyor, doğru. Peki, bu soruların hepsi anlamlı mı? Hepsi cevaplanabilir mi? Ya da hepsi doğru sorular mı? Bazen bir çocuğun sorduğu soru bize çok saçma gelebilir ve ona cevabı açıklayamayız; çünkü çocuk yanlış soruyu sormaktadır. Ama çoğu zaman yapacak bir şeyimiz yoktur. Çocuğun sorusunun yanlış olduğunu kendisinin anlayacak kadar olgunlaşması gerekir. Ya da belki de biz çocuğun sorusunun ne kadar derin olduğunu anlayamayız ve öğrendiğimiz kalıplar açısından soruya bakarak soruyu anlamsız bulabiliriz. Mesela bir çocuk tanrı diye bir varlığın olduğunu duyduktan sonra tanrı sıkılmıyor mu yalnız başına diye sorabilir? Bizler büyüsek ve bazı soruların cevaplarını bulduğumuzu sansak da ya yanlış cevaba inanmışızdır ya da o sorunun cevabı olmadığını kabul edip artık soru sormayı bırakmışızdır. Bizim çocuktan tek farkımız yanlı sorulara verilen yanlış cevaplara inanmış olmamızdır.

Bir soru sorduğumuzda mesela, ‘Elma nedir ?’gibi, aslında öğrenmek istediğimiz şey onun dayandığı üst kategori değil midir? Yani ‘Elma meyvedir.’ deriz ve bir bitki ve bir canlı vs.. Ancak kendimizin kim olduğunu sorduğumuzda verdiğimiz her cevap başka bir soru doğuruyor. Sonunda cevap verilemeyen noktaya geliriz. İşte orda evrendeki bir varlık deriz mesela. Ancak ‘Evren nedir o halde?’ sorusu çıkar bu defa. Evreni ya bilinmezliğe ya da tanrı kavramına dayandırırız ki bu durumda cevabı olmayan soruya gelmiş oluruz. O halde daha ilk başta elmanın ya da insanın ne olduğunu sorarken bir noktada sorumuzu durdurarak cevap verdiğimize aldanmış oluyoruz.

Kısıtlı bir anlayışın etkisi altındayız. Sorular ve cevaplar birbirinden ayrı değildirler. Çoğu zaman cevaplar sorunun içinde gizlidir. Ya da şöyle de diyebiliriz, soru sormak cevap vermektir. Yani bazen cevap aslında o sorunun sorulmasıdır. Soruyu soran zihin cevabın ta kendisidir. Bir aynanın ben kimim diye sorması gibi. Ona sen gösterdiğin şeysin dememiz gerekir, çünkü aynanın gösterdiğinden başka bir görüntüsü yoktur. Onun görünüşü gösterdiği şeydir. Eğer her yer karanlık olsaydı ayna da hiçbir şey gösteremeyecekti. 

Oysa ayna bu cevabı yeterli bulmayacaktı belki de, ben gösterdiğim dışında neyim diye soracaktı. Ne derdiniz ona? Sen gösterdiği şey olan ama kendisi hiçbir şey olmayan şeysin. Ayna olsanız buna üzülür müydünüz? Oysa ayna böyle olmakla bin bir türlü şeyi yansıtma gücüne de sahip. Ayna kendisini böyle bir hiç olarak görmekten hoşlanmazsa onu boyayabilirdik ve o andan itibaren sadece tek bir şey olmuş olurdu.

İşte bizim istediğimiz şey de böyle bir şey: Kendi gerçekliğimizin boşluğunu ve bundan doğan özgürlüğü kabullenemeyip, bilincimize yansıttığımız şeylerin sevdiklerimizden, kendimize aitmiş gibi sahiplendiklerimizden oluşan bir kısmını sonsuza dek tutmak istiyoruz. Bu insanın nefessiz kaldığı an, kendini yitirdiği an. Özgürce çevresindeki her şeyi algılayıp yaratmak yerine yansıttıklarına bağlanmak istiyor insan. Ayna tam da kendine ait değişmez bir görüntüye sahip olmadığı için sonsuza kadar farklı şeyleri yansıtma gücüne sahip olacak. İşte yanlış soru meselesine gelmiş oluyoruz. Ayna için benim gerçek görüntüm nedir sorusu yanlış sorudur. O olmayan bir şeyi aramakta, ama belki de tek çaresi durumu olduğu gibi kabullenmek ve kendisi bir şey olmadığı için her şey olabilme özgürlüğünün tadını çıkarabilmek. “... evreni bir bütün olarak kabul ederek ve onun farklı yönlerine tepki vererek, ona katılarak ve değişimi kabul ederek kişi bazı özel şeylere duyduğu arzunun ve başarıya bağlılığın acısını engelleyebilir.” (Psychology of Asia, syf. 164)

Evrenin ve kendimizi ne olduğunu anlaşılabilecek bir şeymiş gibi ele almak onu yok etmekten başka bir işe yaramaz. Bir kaplumbağanın içinde ne olduğunu merak edip onu kesip içine bakmak gibi. Bilmeye verdiğimiz bu anlam sorunlarımızın, sonsuz yanılgımızın kökeni, bilmek ya akla uygun hale getirmek için kavramsal kutuplara sokma gereksinimimiz. Bilmek dediğimiz şey ya bir durum ya da nesneyi bir kategoriye sokmak ya da onun içini oyup dibine kadar onu yok etmek.

İki insanın birbirlerini sevmesinin ne anlama geldiğini sorgulamaya başlamasıyla onu kaybetmelerine benziyor bu durum. Ve sonra sorular başlıyor: ‘Sen mi beni daha çok seviyorsun, ben mi seni?’  ya da ‘Beni gerçekten sevdiğini nerden bilebilirim?’  veya ‘Bu sevgiyi sonsuza kadar sürdürmek için ne yapabilirim?’ Oysa ‘Seni seviyorum’un anlamı nedir gerçekte? Çoğunlukla bu sadece bir isim, yaşadığımız şeyi adlandırma ve kontrol etme çabamızın ürünü olan bir etiket. Eğer birbirimizi sevdiğimize birbirimizi ikna edersek ve bir de bunu bir sembolle (bir yüzük gibi) kalıcılaştırmaya çalışırsak sevgimizin de süreceğine ikna ederiz kendimizi. Bu defa artık sevginin yaratıcı ve emek isteyen boyutundan kurtulmaya çalışıyoruz. Böyle yapınca da sembolü yani yüzüğü ya da etiketi (sevgili , eş, dost vs.) gerçeğin yani dinamik etkileşim içinde yaratıcı olan iki insanın yerine koymuş oluyoruz. Başlangıçta sevgimiz hevesli bir uyanıklık, üretici bir coşku ve sahiplenmeden olmak üzerine kuruluydu. Hatta buna sevgi bile demiyorduk. Ancak bir gün birbirimizi sevdiğimize ve mutlu olduğumuza karar verdik. Sonra başlangıçta bizi yaratan uyanıklık ve canlılığı tembellik ve üretkensizlikle değiştirmiş olduk. Böylece biz artık aynı iki kişi değiliz, aynı tutuma sahip değiliz, bizi birbirimizi sevmeye yönelten koşullar değişti. İlişkiye sahip olmak için sevgiyi geri plana attık.

Chuang Tzu diyor ki; “Mükemmel insan hiçbir şeye bağlı olmamanın mükemmel özgürlüğünün tadını çıkarır”, “Eğer kişi herhangi bir şeye bağımlı olmak zorunda kalırsa, mutlu olamaz.”

Hatta kişi yaşama bile bağlı olmamalıdır. Öyle ki, “Yaşama bağlı olursanız (zihninizde) ölüm size acı verir.” Bireysek yaşamımızı ondan öncesi ve sonrasını reddederek görmezden gelip mutlaklaştırarak tek gerçeklik kabul etmek, kendini de sınırlamaktır. Bu nedenle “Özgür insan sınırlı olanı aşar ve böylece sınırsız olur” der Chuang Tzu.

Bizim gerçek varlığımız tıpkı bir ayna gibi, yaşamı yansıtan, gösteren, yaşadıklarını yaşayan ama kendisini bir nesne olarak dışına atamayandır. O salt kendi içselliğidir. Asla kendimizi dışımızdaki bir nesne gibi göremeyeceğimizden, kendimizi tutup bir yere hapsedip kontrol edemiyoruz. Bu en büyük suçlunun suçluları yakalayacak olan polis olması gibi bir çelişki.

Şimdi bütün sorunun akılla olan ilgisine geliyoruz. İnsanın en büyük sorunu kendi kendisinin içine düşmüş olması, sürekli kendisini düşünerek, doğal ve içinden geldiği gibi davranan bir çocuğun saflığını, neşesini, hafifliğini, çılgınlığını kaybetmiş olmasıdır. Buna neden olan sürekli düşünen, kalıplayıcı şekilde sorgulayan ve dünyayı tekdüzeleştiren aklıdır. Soruları soran bu akıldır ve akıl her şeyi bilebilme aldanışıyla büyülenmiş olan yetimizdir. Akıl bunu dışardaki nesneleri ayrı varlıklar olarak gösteren dilin kavramlarını kullanarak yapar. Dil başka insanlarla olan etkileşimimizi sürdüren en önemli araçtır.  Ancak kavramlar yapıları gereği zıtlıklardan oluşur. Yani siyah-beyaz, iyi-kötü gibi kutuplardan oluşur. Bu durumda aklımızın ikici olmasını doğuruyor. Tabi ki bu aklın dile dayalı olması durumunda olaylar da hep çatışkı içinde, çözümsüz ikilemler şeklinde ortaya çıkıyor. Biz bir soruya cevap bulmaya çalışırken sürekli aklı rehberlik ettiğimizde ise bu çatışkılar ruhumuzu sarıyor ve gerçek bir tatmine ulaşmamızı engelliyorlar. Soru-cevap ikilemi de bunlardan birisi işte, yani akıl bize, sorular vardır bir de onların cevapları vardır diyor. Oysa yaşamsal bilgi için böyle ikilemler söz konusu değil, kimse aç mıyım acaba diye sormaz kendine, açlık yemek yeme ihtiyacını ortaya çıkarır, acıkmak ve yemek yemek ve sonra doymak bir sürecin bütünüdür. Acaba uykum geldi mi diye sormayız, doğal bir şekilde yaşayan kişi uykusu geldiğinde uyumuş olur, bunu hiç düşünmeden. Bunları sormaya kalkarsak da ya uykumuz kaçar ya da midemiz ağrır.

Kavramlar yoluyla dünyalar yaratırız;  ilişkiler ve bu tanımlı ilişkilerden bir toplum oyunu. Ancak sonra bu oyunu kendimizin yarattığını unutup onun kölesi oluruz. “Nietzsche’ye göre özgür bir kafa; tam da kavramların yanılsamaya dayalı olduklarını fark ettiği için onları yaratıcı ve sanatsal bir biçimde kullanabilecek bir kafa tahayyül eder.” (Aşırılığın Peygamberleri syf. 93)

Dünyanın bize kavramlar yoluyla yaptığı baskından kurtulmanın yolunu sanatta görüyor Nietzsche.  "Kavramları parçalayıp dağıtarak, onlarla oyun oynayarak yeni gerçeklikler inşa etmek insanın gerçek yaratıcı gücüne kavuşmasının yoludur."

Bu kavramların en belalısı “ben” kavramıdır. Sokrates’in akılcı geleneğini en uç noktasına taşıyan Descartes, ünlü “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözüyle aklın ve düşünen öznenin sahte yaratışılından sorumludur.

İnsan varlığı, sonsuzluk içinde ortaya çıkan görüntüyü, düşünce gücüne indirgeyebilir mi? Bu düşünce gücü nesneleri bölüp parçalamaktan, özne ve nesne gibi yapay ayrımlar yaratmaktan başka ne yapmıştır. Deniz kenarında oturup denizin fotoğrafına bakarak, onu deniz sanmak kadar saçma bir şey bu. Günümüzde insanlar bir yere eğlenmeye gittiklerinde orada eğlendiklerin kendilerine kanıtlamak için kendi fotoğraflarını çekip internet üzerinden paylaşmakla o kadar meşgul oluyorlar ki, bu bana sanki orada gerçekten eğlenemediklerini düşündürüyor. Belki de sıkıntılarını kendilerine eğlendiklerini anımsatarak dağıtmaya çalışıyorlar.

Ancak cesareti ve derinliği olanlar bir aracı kullanmadan gerçeği olduğu gibi yaşayabilirler. Düşünmek zihnimizin çok yönlü, tanımı yapılamayacak kadar engin etkinliğidir. Düşünmek en geniş anlamıyla algılamak, hissetmek ve sezmektir. Onu sadece dar akla indirgeyemeyiz. Yaşadığımızı her anın getirdiği duyum ve duygu zenginliğini düşüncenin iki boyutlu yapaylığına tercih eder misiniz?

Çağımızın krizi bir akıl krizidir. “Kartezyen düşüncede insanın özne statüsüne çıkarılmasının sonuçları sadece teori düzeyinde kalmaz; çünkü Descartes insanı merkeze yerleştirerek, modern teknolojinin temel karakterini oluşturan, doğa üzerinde mutlak hâkimiyet kurma girişiminin yolunu açmıştır.” (Aşırılığın Peygamberleri, syf 212)

Evrendeki herhangi bir şey bir başka şeyden daha önemli ve üstün olabilir mi? Bir başka şeye hakim olabilir mi? Bütün varlıklar birbirleriyle ilişki içindelerse birinin diğerinden üstün olmasını sağlayan bir şey olabilir mi? Üzerinde yürüdüğüm zeminden daha yukarıda olmam ondan üstün olmam anlamına gelmez. Hatta tam tersi o zemin olmasaydı ben de olmazdım, o halde o benden daha üstündür bile denebilir. Çiçekler, otlar ve bitkiler olmasaydı diğer canlılarda olmazdı. O halde kim üstün oluyor?

Çözüm aklı kendi oyun alanı içinde bırakabilmekte, onun haddini aşarak cevaplayamayacağı soruları cevaplarmış gibi yapmasının önüne geçmektedir. Çözüm kuru akıl yerine duygularımıza, “sessizlikten gelen anlık sonsuzluk parçalarına” açık olabilmekte.

Zihnin çalışma biçimi, aklın bu kısıtlayıcı etkinliği bütünüyle gözlemlenip suçlu suç üstünde yakalanmalı. Uzun ve zorlu bir yol bu, gerçeklikten, çocukluğumuzdaki algısal saflık cennettinden atılmış olduğumuz için, salığımızı geri kazanabilmek için gitgide yaşama, duygulara değer vermeyi başarmayı öğrenmemiz gerekiyor. Toplumsal bilincin bu açıdan bize verecek çok bir şeyi yok. Gerçeği çoğu zaman kendi gözlemlerimizde, kendi bilgeliğimizi yaratarak kazanmak zorundayız.

Karanlık Ve Aydınlık

Gerçeği kendi gözlerimizle görme çabası, karanlığa girebilme cesareti ve bilgeliğidir. Cevap bilinmezde, karanlık da saklı. Aradığımız şey, mutluluk ya da gerçek de olsa, ancak varlığındaki karanlığa dalabilenler onu bulabilir. Elbette karanlık deyince korkutucu bir şey anlaşılmamalı. Karanlık bilginin ışığının söndürülmesi, bile bile cehalettir. Neden böyle söylüyorum? Çünkü zaten başkalarından bolca aldığımız bilgiler ve anlayışlarla doluyuz. Eğer onlarla yola devam etmek isterseniz sorun yok. Ancak eğer en derin ve hayati konuda başkalarından ne duyarsak duyalım bunun yeterli olmadığı bir noktaya gelmişsek, tek çarem kendi başıma bütün o karanlık tüneli aşmak ve bilgisizliğimin en dip noktalarına varmaktır. Ne demek istediğimi ancak bunu deneyenler anlayabilir. Bilgi konusunda bütün otoriteleri boş verip kendi gücüne dayanmayan kişi asla gerçek güvenin ve bütünlüğün şafağına ulaşamaz. Bu otorite ister bilimsel, ister felsefi, ister dinsel olsun fark etmez. Hepsi de bize ikinci el bilgiler vermekten başka bir şey yapamaz.

Zaten kendime giden yol kendimden başka kim tarafından yürünebilir?

Aslında her gün küçücük anlarda o karanlığa dalıyoruz bazen. Ne yaptğımızı düşünüp, kısa bir an geri çekilip durumumuza çeki düzen veriyoruz. Yaşantımızı görüp duyumsayacak kadar kısa o anlar olmasaydı kendimizi ve ne yaptığımızı fark edemezdik bile.

Ne yazık ki bu anlar çok azınlıkta, çoğu zaman karanlıktan, yani kendi bilgi üretme kapasitemizi doğuracak dinamik yalnızlığımızdan kaçıyoruz. Benim bilgiden kastım, doğrudan her anın özgün ve gizemli tadını yaşayabileceğimiz, derin benliğimizin, evrenle olan bütünlüğümüzün yaşamsal bilgisi.

Kendi ruhumuzu, aslen en içerde kim olduğumuzu tutup yakalamamız lazım.  Sonra da ona sadık kalıp onunla sıkça vakit geçirmeli insan. Fenelon diyor ki “Hoş ve hissedilir şeylerin cazibesine kapılmış olan bazılarının içinde bulundukları körlük durumu gibi dış dünyaya gömülmüş olmak ve içeriye asla tek bir düşünce bile yöneltmemek, basitliğin tam aksi olan durumlardan biridir.” Fenelon’a göre “gerçek basitlik aptallıktan o kadar uzaktır ki, neredeyse yücedir.” (Perennial Philosophy, Aldous Huxley)

Basitlik başkalarına karanlık görünebilen, ama gerçekte asıl aydınlatıcı güç olduğu için kendisi karanlıkta olan bilinç ışığımızdır. Olayları, yaşamımızı aydınlatan farkındalığımızdır.  Basitlik, arkadaşları kavga ederken onları sakinleştirmek için herkesi hiç yargılamadan dinleyen, sadece dinleyen, bilgece yorumlar yapmadan, herkesin olduğu gibi kendisini ifade etmesine izin veren yaşlı bilge gibidir. O herkesi dinlediği için onları yatıştırır. En içimizdeki karanlıkta saklı ışık da böyledir. O olmak, basit ve gerçek özümüz olmak, içimizde ve dışımızda olan biten her şeyi tam bir yansızlıkla izlemek demektir: İçimizden ne geçerse geçsin, onu ne tutarak ne de reddederek, güzel olana kapılmadan, kötü olandan kaçmadan. Her şey gelip geçer, bu dünyanın bütün görünümleri, güzelleri, çirkinleri, delileri, akıllıları, çocukları, yaşlıları, dağları ve uzak yıldızları benim içimdedir. Bu olağanüstü bir duygudur. Bunu yaşayan bir insan ne demek istediğimi anlayabilir ancak. Evrenin büyük sahnesinde olup biten her şey seyretmesi bitmeyen bir keyif olan bir harikalar diyarıdır.  Tıpkı bir bayram yerindeki çocuğun oradan hiç kaçmak istemeden etrafındaki çoşkulu kalabalığı ve eğlenceyi seyretmesi gibi.

“Basit bir yürek, yeryüzündeki en değerli olan her şeyi, kocayı ya da eşi, ebeveyni ya da çocuğu, kardeşi ya da arkadaşı, kendi yalnızlığına zarar vermeksizin sevecektir.” diyor N. Grou. Yani o yüce basit yürek kendi karanlık ışığını koruyarak sever insanları, onlarla beraber olur ama onların içinde kendi benliğini yitirmez ki, böylece evrene ve diğer insanlara verebilecek özgün varlığını korur, O herkesi zenginleştirir.

 

Bu haber toplam 2290 defa okunmuştur
Gaile 299. Sayısı

Gaile 299. Sayısı