Akıllıların Kurulu Düzeni
"Adam beni tımarhanede bir deli ilan etti. Bir memleketin başbakanına...
Evet, polise ben şikayet ettim. Onun beni deli ilan etme hakkı yoktur."
Ersin Tatar, KKTC Başbakanı, 19.4.2020.
Günlerden 19 Nisan Pazar günü, saat 19.00 civarı.
Telefonum çalıyor, hattın diğer ucunda bu toplumun çok değerli bir sanatçısı ve akademisyeni Sn.Senih Çavuşoğlu.
Kendisini Afrika Gazetesi’ne karşı açılan ve devletin 22 Ocak 2018’de görevini tam olarak ‘bitiremediği’ saldırılardan sonra açılan ceza davaları, yani kontra davalar esnasında tanıdım.
Elbette onun öncesinde gerek basında gerekse de sosyal medyada takip ettiğim bir sanatçıydı ancak ilk sohbetimiz onunla devam eden duruşmanın savunmaya ilk söz hakkı verildiği celseden önce olmuştu.
Kendisini KKTC Savcılığının açmış olduğu ceza davalarında özellikle kolajın, görsel sanatların ne olduğunu anlatması ve mahkemeyi aydınlatması için tanık olarak çağırmak istediğimizi söylediğimde hiç çekinmeden ‘elbette’ yanıtını vermişti. Sonuçta kendisi şahadet verecek ve bu şahadete ne kadar değer verilip verilmeyeceğini mahkeme takdir edecekti. Kendisi bu toplumun yüz akı olan diğer birçok sanatçı, aydın, gazeteciler gibi geldi, tanık kürsüsüne geçip bilgi birikimini aktardı. Günün sonunda Mahkeme onun söylediklerine de kararında yer verdi, Afrika Gazetesi’nin yayınının ifade ve basın özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini söyledi, gazete ve gazeteciler beraat ettiler.
Sn.Senih Çavuşoğlu’nun paylaşımlarını devamlı takip etmekle birlikte şikayet konusu paylaşımını görmemiştim. Son günlerde olabildiğince sosyal medyadan uzak durmaya çalışan biri olarak, bana kendisinin polis tarafından telefonla arandığını ve karakola davet edildiğini söyledi. Kendisine neden diye sorduğumda ise, Başbakan Ersin Tatar’ın ‘Patron Çıldırdı’ yazarak paylaştığı kolajdan dolayı kendisinden şikayetçi olduğunu öğrendiğini aktardı. Maalesef ben Mağusa’da olduğum için onunla birlikte karakola gidemeyeceğimi ancak gider gitmez polis ne yapacaksa derhal beni aramasını söyledim.
Yaklaşık yarım saat sonra tekrar konuştuğumuzda polisin kendisinden ifade almak istediğini, ne yapmasını tavsiye ettiğimi sordu.
Hiç kimse, hele de zanlı konumuna sokulabilecek bir kişi ifade vermeye zorlanamaz, isterse elbette verebilir. Ancak biliyoruz ki eğer kendisi bu yönde bir ifade vermiş olsaydı bu daha sonra kendi aleyhine kullanılabilecek ve belki de geri dönüşü çok daha zor olacak bir durumla yüzleşiyor olacaktık. Ben ifade vermek zorunda olmadığını söylediğimde de ifade vermedi, biraz daha bekletildi, ancak yine ifade vermeyeceğini söyledikten sonra karakoldan ayrıldı.
Daha sonra da zaten olay sosyal medyada, ertesi gün de basında yer aldı.
Sonradan bazı kaynakların yazdığı bir iddia ise, polisin ifade vermeyen ve evine giden Senih Çavuşoğlu hakkında tutuklama talebiyle nöbetçi yargıca başvurduğu yönünde. Bu noktada daha sonra hatırda tutulması için yazmakta fayda var, tahkikatı yürüten polis olduğu için tutuklama veya arama emri alınmak istendiğinde bu talebe genellikle savcılığın karışmadığı, polisin direkt olarak nöbetçi yargıca bu talepleri iletiyor oluşudur. Dolayısıyla daha sonra Savcılığın da açıkladığı gibi kendileri tarafından bir tutuklama talebi olmadığı gibi zaten şikayet mercii polis olduğu için kendilerine ulaşan bir şikayet de yoktur. Ancak polisin karakola davet etmesi üzerine oraya giden ve aleyhine bir dava okunmayan sonra da evine dönen kişi aleyhinde kişiyi daha sonra tutuklamak amacıyla yargıca başvurması elbette kabul edilemez. Eğer gerçekten böyle bir başvuru yapıldıysa tabii.
Bu noktadan sonra polisin ne yapacağını, dava ikamesi yapıp yapmayacağını merakla bekliyoruz. Umarız polis Başbakan’ın gündelik hırsına ve kibrine yenik düşmez, bu dosyayı Savcılık onay verip dosyalamaz ve biz yine o mahkeme salonlarında sanatın, düşünce ve ifade özgürlüğünün ne olduğunu tartışmak zorunda kalmayız.
Özellikle beni gerek Afrika Gazetesi’ne karşı açılan davalar sürecinde gerekse de Sn.Senih Çavuşoğlu’na yapılan bu şikayet esnasında en fazla düşündüren Kıbrıslı Türklerin itilmek istendiği ve gerek Türkiye’deki rejim gerekse de buradaki ‘hamileri’ tarafından kazılan kör kuyuların gittikçe daha fazla suskun insan tarafından kabullenilmeye başladığı olmuştur. Kendi içimizde ‘aydın’ gördüğümüz nice insanın bu süreçte suskun kalmayı bir kenara bırakın, - iyi ki olmadılar- batılı anlamda ifade özgürlüğünün tarafında olmadığını, AİHM’nin kararlarından habersiz olduklarını, ülkemizdeki üniversitelerdeki akademinin ne kadar çökmüş, çürümüş ve yozlaşmış olduğunu gördük. Kişisel hırsları, politik kaygıları için zavallı düşenleri de gördük, özgürlükleri kendine sağladığı çıkar ile tartarak yorumlayanları da gördük.
Unutmayalım, bir toplum kapsadıkları kadar dışladıklarıyla da toplum olur.
Toplumsal yapımızla oynayanları ona göre düşünelim. Çünkü elinde kürek bağnaz bir körlükle kuyumuzu kazanlara vereceğimiz cevap, her daim yüksek tutacağımız bir ses ile mümkündür.
Yoksa işimiz kurulu düzenin akıllılarına kalırsa, daha nice Tatar’lar tarafından yönetilmeye mahkum oluruz.