Akla Musallat Cümleler
“Haritasını çıkardığınız yere zaten gitmişsinizdir.
Ama gitmekte olduğumuz yerin haritası henüz yoktur.” Audre Lorde
“Umuda bakarken denizin köpüklerinde bir Ada’nın insanları, aralarından sevgi öyküleri çıkarmak mümkün müdür?”
Niceleri, diyerek cevaplamak ve sonra susmak… Sessizleşmek… Yeniden denizin dalga seslerine bırakmak bir avuç özlemi, gözlerine tuzun kokusu sinmiş insanlarından küçük toprak parçasını…”
“Umut çıkmazındayken bir ülkenin insanları, acaba, topraktan bir yol mümkün müdür, geleceğe giden/gidebilen?”
“Toprak yorgun, toprak küskün, toprak hüzün ve toprak görülmeyendir.”
Toprak yollar, nasır tutmuş insan ellerinden çıkarak bir köyü, diğer bir köye bağladılar bir zamanlar. Bugün toprak yollarla birbirine bağlanan köylerin bir anlamı kaldı mı? Şöyle ki: toprak yollar, birleştirici, hasret aşıcı, düğün derneğe kavuşturucu, birleştirici veya ayırıcı, avuçlara çakıl taşlarıyla özlemler yazan bir halde olmayabilir, belli bir zamandan sonra.
Her yol bir öyküyü başlatır veya bitirebilir. Küçük bir Ada’da yaşayan insanlar için ise, sistemin özgürlükleri delerek, komşulukları yabancılaştırarak, kolaylıkla “sınır”a dönüştürebildiği toprak yollar vardır.
Vardı.
Belki de değişen dünya çehresinde de hala daha olmaya devam edecek. Kim bilir?
Yollardaki tozun göçlerle umut türkülerine karıştığı küçük bir yer hayal edelim. Düşlerden kurulu göz buğularında kırmızı tonlu toprakların rüzgârda savrulan saç tellerine dokunduğu bir coğrafyada yaşayanlar yüzyıllarını verdiler, denizden sınırların arasındaki ayaklarının bastığı toprağa…
Dünyanın denizden çizdiği sınırlara insan eli değen yeni sınır ekledi oradaki insanlar…
Gün geldi sudan inşa, doğanın sunduğu sınır aşıldı da, toprağa çizilen insan eli değen sınır, bir türlü aşılamadı. Diller mi engeldi, yoksa toprağın kırmızı toz tanelerinde saklanan sırlar mı? Bunu kimse bilemedi, belki de hiç kimse bilmek istemedi.
Toprağa küsüp, denizleri aşıp kaçanlar oldu, zaman içinde. Dönenlerle avundu toprağın insanları, görmezden geldi değişen toprağın rengini, sanki zamandan hınç çıkarmak istercesine betona sardı, sarmaladı tüm yaşanmışlıklarını. Kerpiçten dallardan öylesine örülen bahçe duvarlarının yerini, betondan duvar-sınırlar aldı. Kimse kimseyi görmek, duymak ve de bilmek istemedi. Bir zamanların duvaraşan sesleri, toprak kokan bahçeleri, turunç çiçeği açan ağaç dallarına küsen insanların yabancılaşarak çoğaldığı bir haritaya evirildi toprağın insanları… Topyekûn yaşanan bu değişime bir kılıf uydurmak için adına: zaman, denildi.
Zaman geçtikçe toprak yollar bile betonlaşıp, anlamını yitirdi. Köyleri bağlayan her tozlu yolun üzeri asfalt karasıyla örtüldükçe, acı yaralarının üzeri de kabuk kabuk katranlaştı ve nasır tutmuş ellerin yerini aldı.
Denizden sınırını aşıp kaçmak, ada ile arasına duvar örmek vardır. Denizleri aşıp girilmeyen yerlere girmek, özlemlere gebe halde yaşamak bir kural mıydı?
Haritalarını bile bilmediği coğrafyalarda kayboldu, bir zamanlar sadece toprak yolların varlığını bilen insanlar. Denizaşan masallar, tıpkı bir narın içi dolu halleri gibi, tane tane izleklerle yazar her bir anısını… Ya kalanlar?
Gidenlerle kalanların öyküsü karıştı zamana… “Önce söz vardı” diyen kitaplardaki kaos gibi her yön, her yan, her insan. “Varoluşu” sorgular zaman, mitoslarda olduğu gibi…
Kim suçlu, kalan mı? Kim suçlu, giden mi? Kim suçlu, toprak mı? Peki, kim güçlü, savaşın kaderini elinde tutan titanlar mı? Zamanın birinde Gaia’nın bağrına gömülen titanlar, esaretten kurtularak sınırlara dönüştüler.
Tümseklerle yol haritasını çizen zaman, soru işaretlerini seviyor. Çünkü “zaman” demek, tarihsel tanıklıkların anı dağarcığına bıraktığı sorgulamalardır. Kültürler ve yaşamlar bir şekilde dağıtılmıştır. Bunu düşününce de kaçınılmaz olarak, karışık tarihlerle, kültürel harmanlamalarla, bileşik dillerle ve melez sanatlarla karşılaşıp, merkeze konulacak bir cümle arayışıyla yığınla soru cümlesi kendiliğinden ortaya çıkar. Kozmopolit çoğul kimliklerden kurulu bir iz bırakma istenci toprağın rengine bırakır kendini. Her izin peşinden gitmeye kalksak, zaten sorunlu olan haritaya yenilerini eklemek anlamına gelir ki, bu işi daha da yokuşa sürmek demektir.
Böylece iz peşinden gitmek bağlamında demir atılacak bir noktayı yakalamalıyız. Bilge Karasu bir yazısında bu sorunumuza sanki yol haritası çizmek için çok da güzel söylemiştir: “Tarih ‘yapar’, sanat yapıtları koyar ortaya, anısı kolay kolay silinmeyen iyilikler ya da kötülükler eder. Yazı bırakır, çizi bırakır, üremeyi soya dönüştürür, kanlı (ya da boyaya, çamura bulanmış) elini basar bir duvara, bir taşa, bir kâğıda.”.
Ada’ya bırakılan her izin peşinden gitmek sancılı bir süreç. Ancak toprağa ‘el veren’ izleri saymakla birazcık olsun dinecek acılar. Çünkü su yerine verilen kanla torağın rengi değişti. Ekilen tohumun yerini aldı betonlaşma, çöpler, yangınlar, kayalara atılan dinamitler, eko-sistem ilaçlanarak bozuldu, bozulmaya da devam ediyor.
Hangi anının peşinden gitmekle dinecek acıların sele dönüşen ve devleşen dalga boyları?
Bir zamanlar yasemin kokulu bahçelere, çam kokulu dağlara bakan gözlerin içindeki hayallerde öngörülemeyenler neydi?
Doğa teknolojiye, olaylar sürece, insanlar ise tarihe yenildiler. Geriye kalan izlere doğan yeni kuşaklar bellek süzgecinden geçip zamandan seçilen anıların içinde yeniye karşı ‘kültür-eylemi’ içindeki çemberin sınırlarındaki tellere takılı kaldılar.