“Aklın Kötümserliği İradenin İyimserliği” ve “Altın Orta”
“Uzlaşma ve aykırı olma hakkı, bu kıtanın insanlarına ilham veren ve onlara ‘bir araya gelme sanatı’nı öğreten eylem ilkeleri oldular.” Hannah Arendt.
Antonio Gramsci’yi hatırlamak:
Davası görülürken faşist İtalyan savcı yargılanmakta olan -sisteme yönelik büyük bir tehlike olarak kabul edilen- bir başka İtalyan, Marksist düşünce insanı/siyasetçiyi işaret ederek “bu beynin çalışmasını yirmi yıl durdurmalıyız” der. Tezgâh kurulmuştur, amaca uygun çalışır ve 1926’da Gramsci yirmi yıl hapse mahkûm olur. Mahkûmiyetinin on bir yılını tamamladıktan sonra, 1937’de, sağlığının aşırı derecede bozulması nedeniyle şartlı olarak tahliye edilir, ancak daha henüz birkaç hafta geçmiştir ki hayatını kaybeder. İbret-i âlemdir, hapse mahkûm edilerek işlevsiz kılınmak istenen o beyin, bir hücrede geçireceği yıllar boyunca inadına sürekli çalışır ve tuttuğu notlarla otuz üç defteri dolduracak (3000 sayfa) yoğun bir külliyat oluşturur. Daha sonraları ‘Hapishane Defterleri’ başlığı altında yayınlanacak -Türkçe basımı da mevcut- olan bu notlar, gerek Marksizme gerekse sol siyasete yönelik teorik-pratik yeni yaklaşımlar/açılımlar içermesi bakımından bir kaynak eser olma özelliği gösterecek, eleştirel/yaratıcı/ufuk açıcı mahiyeti nedeniyle de bugün hâlâ o özelliğini korumayı sürdürecektir. Gramsci’nin hapishaneden abisine yazdığı bir mektupta yer alan aşağıdaki satırlar ise, onun mücadele içinde geçen hayatının çarpıcı özeti olmak ve de sorunlar karşısındaki dirayetli yaklaşımı sergilemek bakımından dikkat çekicidir: “Her yenilgi entelektüel ve moral düzensizliği beraberinde getirir. En kötü korkuların karşısında umutsuzluğa kapılmayacak ve aptallığın coşkusuna düşmeyecek ciddi ve sabırlı insanları yaratmak gereklidir. Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliğidir." Gramsci’nin, -kendisine mal edilse ve onun ismiyle anılsa da , Fransız yazar Romain Rolland’a ait olan- “Aklın kötümserliği iradenin iyimserliğidir” veciz cümlesinin, arkadaşlarıyla birlikte çıkardığı sosyalist haftalık dergi Ordine Nuova’da (Yeni Düzen’de), başlık altında motto olarak yer alması da, (devrimci) mücadelenin, her koşulda ve biçimde sürdürülmesi gerektiği konusundaki hassasiyetinin ifadesidir. (Meraklısı için: İletişim Yayınları arasında çıkan Giuseppe Fiori imzalı, “Antonio Gramsci-Bir Devrimcinin Yaşamı” kitabı, değerli bir biyografi çalışmasıdır).
Yaşamsal sorunların tavan yaparak yaygın biçimde kötümserlik/umutsuzluk hallerine yol açtığı günümüz dünyasında ve de içine hapsolduğumuz, her bakımdan dibe vurduğumuz kendi küçük coğrafyamızda, tarihe gömülmüş Gramsci’den söz etmenin bir anlamı var mı; ya da bu hatırla(t)manın, (Sol) siyasal/entelektüel aklın çalışma/eyleme biçimine herhangi bir katkısı olabilir mi; bilmiyorum. Dahası gelişmelerden dehşetli canı yanıp sorunlar(ın)a bir an önce çözüm isteyen geniş kesimlerin böylesi kaygıları -haklı olarak- olmadığını/olamayacağını ve muhtemelen bu yazıyı okumaktan vazgeçeceklerini de kabul ediyorum. Ancak yine de, gerek uzun vadede Kıbrıs Sorunu bağlamında hedef koyduğu nihai çözümün (Federal Kıbrıs) gerçekleşmesi ve gerekse kısa vadede ekonomik-siyasal-toplumsal cari sorunların aşılması bakımından ortak irade, tavır, hareket/mücadele hattı belirlemek (Örnek: A.Gramsci yazılarında ‘Tarihsel Blok’tan söz ediyor); bu konuda aklî/iradî çaba göstermek yerine birbirini yemekle meşgul olan partili/partisiz, örgütlü/örgütsüz Solun, naçizane, bu eleştirel/yaratıcı/ufuk açıcı aklın (Gramsci imzalı başka bir örnek: ‘ekonomik determizim’ eleştirisi) ve de yorulmak bilmez mücadeleci iradenin (yine bir Gramsci örneği: ‘aydın tanımı’, işlevleri ve ‘öznellik’ konusundaki açılımları) birikimlerinden/deneyimlerinden -şüphesiz replikası olarak değil- hem kendi hem de ülke geleceği açısından çıkarabileceği dersler olduğuna -yoksa ham hayal mi- inanıyorum. Üstelik bu ortak irade, tavır ve hareket/mücadele hattı kurma ve bunu gerçekleştirip geliştirme çabasının, -hep o tuzağa düşülür: illa ki birbirlerinin varlıklarını inkâr etmeden, en azından kritik aşamalarda- sadece ‘seçim’e ayarlı olmamak (şimdilerde fırtınanın koptuğu yer burasıdır)-, yaşamın sürekliliği içinde, makro/mikro hedefler ölçeğinde ve de eş zamanlı (işte bir tuzak daha: illa ki birinin diğerini öncelemesi ısrarı ve buradan haddini aşan politik/ideolojik anlamlar çıkarmak), bütün alanları kapsayacak genişliği ve esnekliği göstermesi gerektiğine, min gayri haddin, işaret etmek istiyorum. Nasıl mı olacak?
Ortak iradenin/hareketin buluşma durağı: “Altın orta”
Günümüz dünyasında siyasetin -buna Sol siyaset de dâhil- bir temsiliyet sorunu yaşadığı sır değil. Bunun geniş kesimlerde siyasetten -kurum ve anlayış olarak yerleşik siyaset biçiminden- medet umanın beyhude olduğu hissi yarattığı da aşikâr. Siyasete olan ilginin -evrensel ölçekte- giderek azalmasının, ağır aksak olan ilginin ise söylemi iştahlı/pervasız/vaatkâr ama mahiyeti itibarıyla yeni sorunlar üreten popülist siyasetlere meyil etmesinin sebebi de en başta işte bu temsiliyet sorunu ve de onun yol açtığı ruh hali. Ancak şu da var, bu durum, paradoksal biçimde, yeni imkânları ve ihtimalleri de içkin. Şöyle ki, siyasette temsil edilemeyen, bu adresi bulamayan kesimlere yeni hareket alanları (sivil alanlar) açmakta, bu da yerleşik siyasetten/siyasal anlayış ve örgütlenme biçimlerinden farklı anlayış, örgütlenme ve mücadele biçimlerini (sivil toplum örgütlenmelerini) gündeme getirmektedir. Burada önemli fark bu kümelenmeler içinde yer alanların, geleneksel siyasal yapılarda olduğu gibi tek tiplilik (siyasal partilerde, uyulmak zorunda olunan katı kuralları ve buradan hareketle tarif edilen tek boyutlu ‘partili olma’ kimliğinden milim sapanı doğramaya hazır disiplin kılıcının -üzerine demokratik merkeziyetçilik kılıfını da giydirip güya haklılaştırılarak- işleyişini hatırlayalım) yerine farklılık/çokluk’un öne çıkması ve de bununla birlikte düşünce/eylem ve hedef çeşitliliğini içeren potansiyelin aynı anda, bir arada mevcudiyetidir. Tam da bu özellikleri nedeniyle, bizatihi siyasi alternatif olmak ya da radikal çözümler üretmekten uzak, öncelikleri daha çok mikro düzeyde yaşamsal sorunların çözümüne yönelik “yapabilecekleri yapmak” ve bu sınırı olabildiğince genişletme gayretinden ibaret hareketler olmakla karakterize bu kümelenmelerin/kolektiflerin, bir yandan da yerleşik siyasetin demokratikleşmesine ve de dönüşümüne olumlu katkılarda bulunacak bir mahiyet arz etmeleri, belirleyici güç merkezleri olmamakla beraber, onların demokratik yaşam içindeki olmazsa olmaz kertede önem kazanan varlıklarının tescilidir de aynı zamanda. (Bu konuda kendi başına ‘minör siyaseti’ merkeze alan dikkate değer bir çalışma: “Yapabileceğimizi Yapmak- Minör Siyaset ve Türkiye Örneği.” Onur Eylül Kara. İletişim Yayınları)
Hal böyle olunca kurumsal siyasetin (buna siyasal partiler ölçeğinde makro hedefli büyük siyasetler diyelim) bu kesimlerle kuracağı (buna da kümelenmeler/kolektifler ölçeğinde mikro hedefli siyasallıklar diyelim) ilişki ve bunun yaratacağı sinerji, bir bakıma uzun vadede yapılması/gerçekleşmesi arzulananla (makro hedeflerle, diyelim Kıbrıs Sorunu’nun ‘federal çözüm’ hedefi ile), kısa vadede yapılması/gerçekleşmesi mümkün olanın (mikro hedeflerle, diyelim gündelik yaşam içindeki cari sorunların çözümüyle) buluşmasını/biraradalığını sağlayacaktır. Bu da kurumsal siyasetin temsiliyet ve de meşruiyet gücünü artırmasından başlayarak kamusal alanın genişlemesi, katılımın yoğunlaşmasına kadar varacak dönüşümlerin yaşanması, bir başka ifadeyle çözüm üretmek bakımından işlevsellik kazanacak kapsamlı bir gücün açığa çıkması sonucunu getirecektir.
Buradan hareketle, içinde bulunduğumuz kritik (neredeyse ölümcül) kavşakta, irili ufaklı Sol siyasetlerin-kümelenmelerin-bireylerin/aklın yapmaları gereken de, kaba ikilemler ve bunlardan birinin mutlak tarafı olmak üzerinden çatışmak/kapışmak yerine, ortak-kuşatıcı irade/tavır sergileme kabiliyetini ortaya koymak olsa gerektir. Eğer öyleyse, bunu sağlamanın yolu da evvelemirde konuşmadır, müzakeredir, iknadır ve nihayet uzlaşmadır. Burada, sıklıkla gözlemlenen, diyaloga/müzakereye engel olan, kendini merkeze alma ve zinhar taviz vermeme saplantısından kaynaklı politik/ideolojik hubrise (kibre) yer yoktur.
Siyaset bilimci-yazar Fatmagül Berktay geçtiğimiz ay yayınlanan, “Düşünme Etiği” (Metis Yayınları) başlıklı çok değerli çalışmasında, “Fundamentalistin Temel Hatası: Hubris”ten söz ederken, Arendt’ten hareketle “hubrisi (kibri) nötralize edecek erdemin Aristoteles’ten beri ılımlılık, sınırlar içinde kalma (altın orta) yetisi” olduğunun altını çizerek “sonuçları tahmin edilemez insan eylemi”ni yüceltmek kadar, “sınırları olmazsa, eylem mahvedici bir şeye dönüşebilir” uyarısını da yapar.
İçinden geçtiğimiz bu kritik süreçte, felaket tellallığından öteye geçemeyen tepkisellikle, içi boş aptallaştırıcı iyimserlik söylemlerinin aynı batakta düğümlediği aklın varlığı, ‘herkes kendi yoluna” kolaycılığını mı sahiplenecek, yoksa ortak tavır sergileme becerisi/dirayeti gösterme zahmetine katlanmayı iş edinecek iradeye mi yol verecek, bilinmez, ama yine de umut ederek yeniden hatırla(t)mada yarar var:
“Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliğidir.”