1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Aklın Utandıran Soğukluğu... Vicdanın Korkutan Öfkesi...
Aklın Utandıran Soğukluğu... Vicdanın Korkutan Öfkesi...

Aklın Utandıran Soğukluğu... Vicdanın Korkutan Öfkesi...

Aklın Utandıran Soğukluğu... Vicdanın Korkutan Öfkesi...

A+A-

 

 Hakkı Yücel
 [email protected]


Bir yazı yazmak hiç bu kadar zoruma gitmemişti. Bilgisayarın başına bir oturup bir kalkıyorum. Güya aklı başında cümleler kurmaya çalışıyorum, ne mümkün. Varlığından, vahşice katledilip sonra da yakıldığı günden önce haberdar olmadığım, tüyler ürpertici o meşum olayın açığa çıkmasının ardından ise, kendime kendi kızlarım kadar yakın hissettiğim Özgecan’ın yaşadığı dehşet sahneleri, yeniden ve yeniden hayalimde canlanıyor ve bir anda yazdığım cümleleri berhava ediyor. Bir daha, bir daha deniyorum olmuyor. Aklımın söylediklerini vicdanım reddediyor. Vicdanımın öfkesinden aklım ürküyor. Bir an için kendimi evlatlarını bu korkunç saldırıda kaybeden ananın, babanın yerine koymaya çalışıyorum; üzerime bir kâbus çöküyor. Böylesi bir kâbusla bir ömür geçirmeye mahkûm olmanın zerre düşüncesi bile insanı allak bullak etmeye yetiyor. Kendi içimde derin bir ‘akıl-vicdan’ çatışması yaşıyor, karmaşık duygular içinde savruluyorum. Aklımı konuşturdukça önüme düşen cümlelerin soğukluğundan ürperiyorum, utanıyorum. Aklın tek başına, olaylar ve olgular karşısındaki ‘nesnellik’ iddiasının, vicdanlardan uzak kaldığı, onlara dokunmadığı oranda yetersiz kalacağına; o olayları ve olguları anlamak ve çözüm üretmek konusunda kör topal kalıp tökezlemekten kurtulamayacağına bir kez daha inanıyorum. Öte yandan sadece vicdanımın sesine kulak verdiğimde ise kendimi, Özgecan’ı acımasızca katleden üç caniyi, kılımı bile kıpırdatmadan, binbir türlü infaz ederken görüyor, kendimden korkuyorum. O zaman da, aklın ‘nesnelliğinden’ uzak, kendi ‘öznelliğiyle’ yetinen vicdanın davranış biçiminin, duygusal reaksiyonlardan öteye geçemeyeceğini, bunun da onu yeri geldiğinde çok zalim yapabileceğini, bizatihi kendi varlığımda yaşıyor olmanın ağırlığı altında eziliyorum.

Eğer ‘akıl-vicdan’ ekseninde kendi içimde yaşadığım gerilimli gelgitlere rağmen hâlâ bu zor yazıyı yazmaya devam edebiliyorsam, sebebi yine bizatihi bu gerilimin kendisi. Buradan çıkış yok mu; ya da nasıl çıkılabilir? Bu soru zihnimi kemiriyor. Dahası da var: Özgecan Aslan’ın hunharca katliyle yeniden alevlenen, ‘kadına yönelik şiddet’in, taciz-tecavüzün, cinsiyet ayrımcılığının günümüzde vardığı ürkütücü boyutlar, buna zemin teşkil eden yapısal/zihinsel arka plânın radikal dönüşümlerle yeniden inşasını ertelenemeyecek bir zorunluluk haline getiriyor. Buna kayıtsız kalmak, insan olanın kaldıramayacağı ağır bir vebal. Yani insan olmanın ‘sorumluluğu’ büyük; son kurban olarak Özgecan hepimize bu sorumluluğu hatırlatıyor. Bu kadar da değil. Birçok insan gibi ben de, dünyada her şeyden çok sevdiğim ve varlıklarına en küçük halel gelmesine asla tahammül edemeyeceğim iki kızın babasıyım. Bir an için kızlarım Özgecan’la yer değiştiriyor, tıkanıyorum. Yaşadığım dehşet, insan olan herkesin hatırlaması gereken ikinci şeyin ‘empati’ yapmak olduğunu söylüyor. Kendim de dâhil olmak üzere, şimdilerde geniş kesimlerde gözlemlenen -en azından kendimin böyle olduğunu düşündüğüm- ‘akıl-vicdan’ çatışması da işte burada açığa çıkıyor. Bir başka ifadeyle ‘sorumluluk’ ile ‘empati’ arasındaki ilişkinin biçimi, ‘akıl-vicdan’ çatışması ya da ayrışması olarak tecelli ediyor. 

Özgecan’ın vahşice katledilmesinin ardından ‘kadına yönelik şiddet’ bütün boyutlarıyla gündemde yer etti. O gün bugündür bu temel sorun farklı zeminlerde konuşuluyor, tartışılıyor. Artarak devam eden geniş ölçekli toplumsal reaksiyon, ısrarcı sahiplenme duygusu, talepkâr söylem ve güçlü irade beyanının varlığı göz önüne alındığında, gelişmeler potansiyel olarak yeni bir dönemin başlangıcını ima da ediyor. Nitekim bu bağlamda yukardan aşağıya, yapısal ve kurumsal kapsamda nelerin yapılacağına dair kimi tespitler dillendiriliyor. Bu arada çözüm üretmeye yönelik atılacak adımların sadece sonuca bakılarak değil, o sonucun nedenlerini de göz önüne alacak boyutlarda yapılması gerektiği gerçekliğini hatırlatanlar da oluyor. Ve nihayet bu konuda kendi başına yapısal düzenlemelerin yeterli olmayacağının, aynı zamanda bir zihniyet değişiminin şart olduğunun altı da çiziliyor. Bütün bunlar haliyle öngörülen düzenlemelerin nasıl yapılacağı, sorunun nasıl çözüleceği sorusunu öne çıkarıyor? Daha açıkcası şu: Bu sorumluluğu yerine getirecek olan irade -başta siyasal akıl olmak üzere, ideolojik, toplumsal, sivil, bireysel akıl olarak bu iradeyi oluşturacak olanların tümü- bunu nasıl yerine getirecek; yapısal ve zihinsel değişim ve dönüşümü ne oranda sağlayacak, sürekli ve kalıcı kılabilecek? Kritik soru kanımca budur; ‘akıl-vicdan’ çatışmasının/ayrışmasının yaşandığı yer de işte burasıdır.

Şu var: Sorunlar karşısında irade/akıl, gerek çözümleyici ve gerekse icracı olarak şüphesiz etkin bir güçtür ama bu sorunların aşılmasında, ya da o sorunlara yönelik çözüm üretmede tek başına yeterli değildir. Şundan: İrade/akıl, sorunları ‘dışsal gerçeklik’ olarak önüne koyar. Onu kendi dışında, yani ‘dışsal gerçeklik’ olarak algıladığı, kendi bakış zaviyesinden yorumlayıp önermelerde bulunduğu sürece, çözüm üretmeye çalıştığı soruna yabancılaşmaktan da kurtulamaz. Kurtulamaz, çünkü bu ‘dışsallık’ hali, o sorunun ‘ruhuna’ yeterince dokunamaz. Ne denli mükemmel kurallar, yasalar oluşturulsa, ilkeler belirlense, bunun kurumsal/kuramsal çerçevesi çizilse, siyasal-ideolojik kılıf içine yerleştirilse de, ‘sorun’un (ya da ‘gerçeklik’in) salt dışsal bir olgu olarak kabulü son kertede onun, aynı zamanda  ‘içsel gerçeklik’ olarak algılanmasına, yani içselleşmesine engel teşkil eder. Ya da şöyle: İrade/aklın yüzleştiği ‘sorun’la (‘gerçeklik’le) kurduğu ilişki, ‘dışsal’ bir ilişki olarak kaldığı sürece, o irade/akıl sahibini ‘sorun’un (‘gerçeklik’in) seyredeni, gözleyeni yapar ama onu, içinde yaşayanı, ondan doğrudan etkileneni yapamaz. Bu eksikliğin, yetersizliğin giderilmesi, o ‘sorun’un (‘gerçeklik’in) irade/akıl tarafından aynı zamanda ‘içsel bir gerçeklik’ olarak da algılanmasını, hissedilmesini gerektirir. Bu ise, iradenin/aklın sınırlarını aşmasını, kendi ötesine geçmesini, yani vicdanın dünyasına girmesini, onunla buluşmasını zorunlu kılar. Bu buluşma, yani ‘irade/akıl-vicdan’ birlikteliğidir ki sahibini, ‘sorun’un (‘gerçeklik’in) seyredeni/izleyeni olmaktan çıkarır, ona dâhil eder, onun parçası kılar. ‘Sorun’a (‘gerçeklik’e) dâhil olmak, onun parçası olmak, onu doğrudan yaşamayı ve hissetmeyi sağladığı gibi, bunu yapanı aynı zamanda çözüm üreten ve asıl önemlisi onun sahibi yapar. 

Kadına yönelik şiddet, taciz-tecavüz, cinsiyet ayrımcılığı dünyanın sorunu. Türkiye’de bunun çok daha yoğun ve vahim boyutlarda yaşandığı ise verili bir gerçeklik. Şüphesiz bu acı tablonun arkasında yapısal-kültürel-zihinsel çok boyutlu etkenler var. Vahşice işlenen Özgecan cinayeti ile yeniden gündeme gelen ‘kadına yönelik şiddet’ sorununun aşılması için bütün bunların enine boyuna konuşulması mutlaka gerekli. Bu bağlamda çarpık sistemin adaletsizliği, kadına yönelik “arzu ve istek biriktiren”, onu bir tüketim nesnesi haline dönüştürerek saldırılara maruz bırakan piyasa mantığı; medyanın bunu adeta pornografik ‘seyirlik bir malzeme’ haline getiren yayıncılığı; eğitim sisteminin yasaklayıcı olmaktan öteye geçemeyen içeriği; hukuk sisteminin caydırıcılıktan uzak kapsamı ve icra mercii olarak siyasetin kendine göre ‘ahlâk zabıtacılığıyla’ sınırlı kabızlığı, köklü değişimlerin vazgeçilmez olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Ne var ki yapılması zorunlu olan bütün bu yapısal düzenleme ve dönüşümlerin sahici ve kalıcı olması; sorunun salt dışardan izlenen/seyredilen, ‘dışsal’ bir gerçeklik olarak değil, aynı zamanda ona dâhil olunan, parçası olarak yaşanan ‘içsel’ bir gerçeklik olarak algılanması ve sahiplenilmesi ile mümkündür. Son kertede zihniyet dönüşümünü sağlayacak, kalıcılığı ve sürekliliği gerçekleştirecek olan,  işte bu ‘akıl-vicdan’ buluşmasıdır.

Aksi durum, sadece ‘aklın’ ya da ‘vicdan’ın sesini dinlemek, bu son olay karşısında da görüldüğü gibi, çözüm adına birey-toplum olarak, ‘aklın utandıran soğukluğu’ ile ‘vicdanın korkutan öfkesi’ arasında gidip gelmeye, gerilimli bir ‘akıl-vicdan’ çatısması yaşamaya mahkûm olmak demektir. Bu mahkûmiyetin vebali ise ne yazık ki yeni ‘Özgecanlar’ yaratacak kadar ağır olacaktır.

Bu haber toplam 1775 defa okunmuştur
Gaile 306. Sayısı

Gaile 306. Sayısı