1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. AKP: Bir ‘Aldanma’ ve ‘Aldatılma’ Hikâyesi mi?
AKP: Bir ‘Aldanma’ ve ‘Aldatılma’ Hikâyesi mi?

AKP: Bir ‘Aldanma’ ve ‘Aldatılma’ Hikâyesi mi?

AKP: Bir ‘Aldanma’ ve ‘Aldatılma’ Hikâyesi mi?

A+A-

 

 Hakkı Yücel
[email protected]

Foucault’un İran Devrimi sırasında duyduğu heyecan ve bu dönemde sürece yönelik yazdığı destekleyici ve olumlayıcı yazılar, sonraları kimilerince onun hanesine bir ‘aldanma’ ya da ‘aldatılma’ hali olarak işlenmiş, ünlü filozof o yazılarında serdettiği  ‘aşırı övgü’ ve ‘eleştiri noksanlığı’ nedeniyle ciddi biçimde yerilmiştir. (Bkz: “Foucault ve İran Devrimi”  Janet Afary,  Kevin B.Anderson. Çev: Mehmet Doğan. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi). Doğrudur, Foucault İran Devrimi’ni büyük bir coşkuyla karşılamış, ‘siyasal maneviyat’ kavramsallaştırması kapsamında, neredeyse tüm ülkenin farklı siyasi görüş ve sosyal katmanlarıyla “toplu irade” sergileyerek Şah Rejimi’ne başkaldırmalarını “yeni bir devrimci hareket türünün” ortaya çıkışı kertesinde değerlendirmiştir. Dahası kendisi de bu sürece bir biçimde dâhil olmuştur.  O kadar ki, Afary ve Anderson adı geçen ortak çalışmalarında Foucault’nun, Ayetullah Humeyni Paris’te sürgündeyken yardımcısı Beni Sadr aracılığıyla onunla bir araya gelerek, İran’a dönüşünde Şah’a karşı nasıl tavırlar alması gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunduğu bilgisini, şaşkınlıklarını belirterek aktarmışlardır. Ne var,  Foucault’nun bu aşırı iyimser hali, yeni rejimin Mart 1979’da eşcinsel idamlarından başlayarak ardı sıra sergilediği baskıcı tutumlar nedeniyle hüsrana uğramış ve gelişmeler vesilesiyle yaşadığı hayal kırıklığını, yöneticilere yazdığı ‘açık mektup’la da dile getirmiştir. Afary ve Anderson ise Foucault’nun başından itibaren İran Devrimi sürecine yönelik olarak ortaya koyduğu görüşleri  “felsefi anlayışının tutarsızlıkları” ndan “entelektüel dürüstlüğü ihlâl etmiş” olduğu hükmüne varacak kertede kıyasıya eleştirmişlerdir.

Ancak onlar bunu söylerken bir başka önemli isim, İranlı filozof Daryush Shayegan, “Melez Bilinç” (Metis Yayınları) kitabında,  aynı sürece yönelik olarak, 1978 sonbaharında Tahran’da Foucault’yla yaptıkları görüşmeleri hatırlatarak şunları yazmıştır: “Coşkusuna rağmen, basireti, hatta şüpheciliği elden bırakmadığını fark etmiştim. Enfes kibarlığı ve yapmacıksız tevazuu bizi çok etkiliyordu; tek tek herkesin dediklerini büyük bir dikkatle dinliyordu; bir gün bize döndü ve derin bir kuşkuyu hafif çıtlatan muzip bir tebessümle, mealen şunu söyledi: ‘Şu aynı yerde, bir yıl sonra yine bir araya geldiğimizi ve birbirimize Humeyni’den nasıl kurtulacağız? diye sorduğumuzu görür gibiyim. ‘Siyasi maneviyat’a kendini kaptırmasına rağmen, daima kuşku duyduğu ve kendi kesinliklerine bile güvenmediği izlenimini vermişti bana.”

Nitekim Foucault sonradan bu kuşku ve endişesinde haklı çıkacak, başlarda büyük coşkuyla desteklediği, görüşme talep ederek akıl verecek kadar önemsediği Humeyni hakkında, aklından geçirdiği ondan “nasıl kurtulacağız” sorusunu soracak hale gelecektir. İyi de bu durumda Foucault başlarda ortaya koyduğu siyasal tutumu ve entelektüel çözümlemeleri nedeniyle sonuçta ‘aldanmış’ ya da ‘aldatılmış mı’ oldu?

Bu sorunun yanıtını sona bırakarak devam edelim.  Oldukça uzun bir giriş yapmak pahasına Foucault’yu, onun İran Devrimi karşısındaki düşünsel-siyasi tavrını ve ona yönelik eleştirileri, özellikle onun bu yaklaşımlarından hareketle hakkında dillendirilen ‘aldanma’ ya da ‘aldatılma’ hallerini naçizane hatırlamamın ve hatırlatmamın öncelikli sebebi şu: Gaile’nin bu sayısının dosya konusu olan -aslında bu yazının da esas konusu olarak düşünülen-  AKP’nin, kuruluş aşamasından başlayarak bugüne kadar süre gelen serüveni, süreç içinde geçirdiği paradoksal evreler ve yine bu serüvene yönelik kimi farklı değerlendirmelerle, Foucault’nun İran Devrimi’ne gidilirkenki siyasal/düşünsel/entelektüel tutumu ve ona karşı yöneltilen eleştiriler arasında bir ölçüde benzerlik olması. Bir başka sebep, yine Foucault’nun bu özgün süreç kapsamında sergilediği tutumun, bir düşünce insanının -buna geniş anlamda felsefenin de diyebiliriz- özellikle bugünün kaotik dünyasında, hayat ve olaylar karşısındaki konumunun ve de işlevinin ne olması gerektiğine dair zihinsel sorgulamayı gerektiren ilginç bir örnek teşkil ettiğini düşünüyor olmam. Ve nihayet bir üçüncüsü, bu örnekten hareketle günümüz koşullarında siyasetin (siyasal ideolojilerin), şimdinin aktüel gerçeklikleri karşısında imkân ve sınırlarının neler olabileceğine dair tartışmalara yapıcı ve yaratıcı katkısı olduğu konusundaki inancım.

2001 yılında ‘Milli Görüş’ geleneğinden gelen, ancak bu gömleğini değiştirerek -bu iddiada bulunarak-  “muhafazakâr demokrat” kimliğiyle kurulduğunu ilân eden ve hemen ardından, 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde yüzde 34 oy alarak tek başına iktidar olan -ve çok kısa süren bir ara dönem hariç bugüne kadar da oylarını artırarak iktidarını koruyan-  AKP’nin, Türkiye’nin siyasal yaşamına damga vurduğu, sır değildir. Dahası seleflerinden (Milli Nizam Partisi’nden başlayarak Refah partisi’ne kadar uzanan) farklı olarak serbest piyasa ekonomisini savunan; yerleşik sisteme yönelik “tepkisellikten, sistemle uyuşma içinde, uzlaşma ve hoşgörüyü arzulayan bir noktaya” gelen; kendisini muhafazakâr demokrat bir ‘kitle partisi’ olarak tanımlayarak, bir yandan islami referanslarını gevşetirken bir yandan da toplumsal tabanının sınırlarını esnetip genişleten -bu bağlamda kuşatıcı olmayı başaran-;  parti programında “demokrasi, hukuk devleti, laiklik ve insan hak/özgürlüklerine” vurgu yapan; Batı karşısındaki geleneksel tutumunu değiştirerek AB’yi Türkiye’nin nihai hedefi olarak benimseyen ve bu yolda somut adımlar atan; partinin kuruluş konuşmasında bizzat Erdoğan’nın dile getirdiği “Bugün Türk siyaset tarihine ‘lider oligarşisinin çöktüğü gün’ olarak, ‘tekelci bir anlayışa dayanan liderlik yerine kolektif aklın temsilcisi olan bir liderlik anlayışının yerleştiği gün’ olarak geçecek” vurgusuyla ‘ortak akıl’ anlayışını öne çıkararak geleneksel yapısını dönüştüren; kangren halini alan ‘Kürt Sorunu’ başta olmak üzere, ‘Kıbrıs Sorunu’nda çözüme yönelik, askeri vesayetin kaldırılmasında ve azınlık haklarının geliştirilmesi kapsamında cesur adımlar atan ve nihayet aynı anda gündelik yaşamda da sorun çözücü ve sonuç alıcı pratik uygulamalarıyla  hayat kalitesini artırmayı başaran, pragmatist karakteri öne çıkan AKP’nin, en azından başlangıç itibarıyla ve bir döneme yayılan sürede -bunu 2011’e kadar uzatmak mümkün- Türkiye siyasal tarihinde ‘ezber bozucu’ etkiler yarattığı da aşikârdır.

İslami siyasal gelenekte bir değişimi ve dönüşümü ifade eden örnekleri çoğaltılabilecek bu gelişmeler, geleneksel duruşları itibarıyla islami hareket karşısında siyasi-ideolojik-kültürel hasım konumunda olan laik/seküler çevrelerde de yansıma bulacak ve sol dâhil, milliyetçi ve liberal kesimlerde aynı şekilde değişim ve dönüşümü ifade eden farklı açılımları tetikleyen sonuçlar üretecektir. İçerde yaşanan dinamik ve dönüştürücü koşullara paralel, evrensel ölçekte konjonktürel gelişmelerin de teşvik ettiği, katı ideolojik ayrışmalardan ve saflaşmalardan, farklı siyasi görüş ve düşünceler arasında diyalog ve işbirliği arayışlarına yol açan, bir başka ifadeyle  siyasal/ideolojik/kültürel alanlarda potansiyel olarak yeni fırsat ve imkânlara zemin teşkil eden ve de zihniyet dönüşümlerini zorlayan bu süreç, farklı deneyimlemelerle gerçeklik kazanan seçenekleri ortaya çıkaracak ve bu  seçenekler siyasal/kültürel hayatta olumlayıcı örnekler teşkil eden somut karşılıklar bulacaktır. Yaklaşık bir asırlık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yeni bir parantezi işaret eden gelişmeleri içkin bir dönemdir bu ve sancılı olması da kaçınılmazdır. Nitekim bütün bunlar yaşanırken aynı anda süreci bir yanılsama olarak kabul eden, özellikle AKP’nin sergilediği tutumu bir ‘takiyye’ olarak nitelendirerek, onunla çeşitli düzeylerde kurulan işbirliğinin bir ‘aldanma’ ve ‘aldatılma’yla sonuçlanacağını iddia eden görüşler de ısrarcı tutumlarını sürdüreceklerdir. Başta sol olmak üzere, laik/seküler çevreler arasında ciddi tartışmalara ve karşılıklı suçlamalara neden olan bu ayrışmanın, AKP’nin özellikle 2011’den itibaren neredeyse sergilediği bütün yenilikçi/demokratik açılımlarından tornistan ederek, deyim yerindeyse başladığı yere geri dönmesi ise, süreci ‘aldanan/aldatılan’larla ‘haklı çıkanlar’ ikilemi üzerinde okuma ve burdan sonuç çıkarma kolaycılığını daha da derinleştirecek, potansiyel olarak değişken ve çoğulcu dinamiği içkin sürecin siyasal/düşünsel,entelektüel muhteva ve pratiğin deneyimlenerek oluşan birikiminin hesabı, bu dikotomik kategorizasyonun keskin sınırları tarafından kesilecektir.

İyi de öyle midir peki?
Eğer hayatın karmaşık dinamiği karşısında siyasal/ düşünsel/entelektüel duruş kendini mutlak kategorik tanımlamalar, ideolojik kesinlikler, değişmez sabiteler üzerinden -ve aslında hayatı, olay ve olguları da sabitleyerek- ifade etmek, buradan anlamlandırmaksa, bu tutuma sadık kalanlar her zaman ‘haklı’, dışında kalanlar ise hep ‘aldananlar ve aldatılanlar’ olacaktır. Olacaklardır olmasına da nihayetinde bu anlayış sahipleri kendileriyle sınırladıkları ‘haklılık’ halleriyle belki ‘ruhlarını kurtaracaklardır’ ancak hayata, aktüel gerçekliğe dokunamayacaklar, bir başka ifadeyle hayata yabancı ve uzak kalacaklardır. Oysa hayatın karmaşık ve kaotik dinamiği ona ‘aşkın’ olanı değil ‘içkin’ olanı talep eder; mutlak, kesin, katı kategorizasyonları değil, değişken, dönüştürücü, yaratıcı siyasal/entelektüel anlayışları gereksinir; kendi içine kapananı değil, dışarıya açılanı, karşılıklı etkileşime açık olanı öne çıkarır.

Buradan bakınca AKP siyasal/kültürel kapsamını ve pratiğini süreç içinde bütün boyutlarıyla değerlendirmek yerine, “aldananlar/aldatılanlar”la “haklı çıkanlar” dikotomisine sıkıştırmak ve hesabını buradan kesmek, birilerinin “ruhunu kurtarır” belki ama, ne bu süreci anlamaya yeter, ne de bugüne ve de yarına yönelik geniş ölçekli seçenekler sunmalarını mümkün kılabilir.

Bu haber toplam 2293 defa okunmuştur
Gaile 377. Sayısı

Gaile 377. Sayısı