1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. AKP, Erdoğan, Başkanlık Sistemi ve Barış Süreci
AKP, Erdoğan, Başkanlık Sistemi ve Barış Süreci

AKP, Erdoğan, Başkanlık Sistemi ve Barış Süreci

AKP, Erdoğan, Başkanlık Sistemi ve Barış Süreci

A+A-


Şevki Kıralp
[email protected]

AKP 2002 yılında, yani 13 yıl önce iktidara gelmişti. Darbelerin, krizlerin ve demokrasi sorunlarının pençesinde bir ülkenin yönetimini 3 Kasım 2002 tarihinde devralan AKP, Türkiye tarihini kendisinden öncesi ve sonrası olarak anılabilecek kadar keskin bir biçimde ikiye ayırdı.  AKP’nin iktidara gelmesinden önce Türkiye A milli futbol takımı Dünya Kupası’nda üçüncü olmuş ve ülke kendisinden insan hakkı ihlalleri, terör ve kriz haricinde bir kavramla anılır olmuştu. Ülke daha sonra AB, laiklik ve Kürt Sorunu ile anıldı. Türkiye şu an tek bir kavram ile anılıyor: Recep Tayyip Erdoğan. 27 Şubat muhtırası Türkiye’de “bin yıl sürecek” denilen bir anti-şeriat süreci başlatmış, bu süreçte okuduğu bir şiirden dolayı hapse mahkûm edilen belediye başkanı ilerleyen yıllarda Türkiye’nin yeni lideri olmuştu.  Önce üzerindeki siyasal yasaktan dolayı parti başkanı olmasına rağmen milletvekili seçilememişti. Sonra kanuni yasak kaldırılınca partinin ve hükümetin başına geçmişti. 13 yıldır Türkiye’yi kendisi yönetiyor. Türkiye’de pek çok şeyi değiştirdi. Şimdi ise Parlamenter sistemi değiştirip değiştirmeyeceği tartışılıyor.

Daha birkaç yıl öncesinde Türkiye TSK-PKK savaşını, bunun toplumsal alanda yarattığı iç savaş koşullarını, aydınların yakılarak katledildiği Sivas katliamını ve Necdet Sezer’in Ecevit’e anayasa kitapçığını fırlatmasıyla bir anda alabora olan ekonomiyi yaşamıştı. Televizyonlarda tarikatları izlediğimiz, “şeriat geliyor” diye korkulara kapıldığımız bir muhtıra süreci geride kalmıştı. Sonrasında Türkiye’nin sevgilisi Ahmet Kaya “Kürtçe şarkı okuyacağım” dediği için adeta ülkeden kovulmuştu. Erdoğan öncesi Türkiye bir yandan Kıbrıs’ta bağımsız Türk devletini destekliyor, diğer yandan Türkiye’deki Kürtlere kendi dillerinde şarkı söylemeyi yasaklıyordu.
Türkiye AKP’nin iktidara geldiği dönemde çok ilginç bir sosyo-siyasal kültüre sahipti. “Kürt yoktur, dağlara giderken kart-kurt sesleri çıkıyor” yaklaşımı hem Türkleri hem Kürtleri tesiri altına almıştı. Üniversite’ye başörtüsü ile girmek yasaktı. Avrupa Birliği’ne tam üyelik müzakeresi için tarih bile alınamamıştı. Türkiye bütün komşularıyla kavgalıydı ve hükümet içeride her an bir darbe korkusuyla yaşıyordu. ABD Irak’ı işgal etmiş, Türkiye savaşa girmekten son anda geri döndürülmüş ve Kuzey Irak’ta Kürt toplumuna federasyon verilmişti. AKP ve Erdoğan, iktidarlarının ilerleyen yıllarında hem iç politikada hem dış politikada uzlaşıcı, barışçıl ve hoşgörülü davrandılar, fakat bu tavır zaman içinde değişti. Buna rağmen önemli başarılar da kazandılar. Ekonomi düze çıktı, yıllar sonra TL’den sıfırlar atıldı, yeni otoyollar ve havalimanları inşa edildi. Uzunca bir süre AKP’ye oy verenler dahi AKP’ye oy verdiğini söyleyemiyordu. AKP üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakmaya çalıştı. Özelleştirme hamleleri yapmaya çalıştı. Muhalefet her seferinde “anayasa mahkemesi”  kozunu kullanarak karşı çıktı. AKP kapatma davası ile karşılaştı.

AKP döneminde Türkiye’nin ihracatında çok ciddi büyüme yaşandı. Sağlık sistemi yeniden yapılandırıldı. Özelleştirmeleri başörtüsü ve Kürtçe üzerindeki yasakların kaldırılması izledi. “Ergenekon davası” ile. “askeri vesayet” ciddi yaralar aldı. “1 minute” krizi yaşandı, Türkiye dış siyasette yeniden Müslümanların lideri olarak algılanmaya başladı. Bütün bu süreçte AKP’ye sürekli olarak “şeriatçı” suçlamaları yapıldı. Bir yandan “şeriatçı” diye suçlanan parti, öte yandan Kürt yurttaşların haklarını genişletmeye çalıştığı için “ülkeyi bölmekle” suçlanıyordu.  2010’da anayasa değişikliği için referanduma gidildi ve AKP buradan da zaferle çıktı. Sonra tutuklanan ve işten atılan gazeteciler, Gezi Parkı hadiseleri, Soma faciası ve Erdoğan-Gülen kavgası… Fakat Erdoğan bütün bu süreçleri her seferinde biraz daha güçlenerek atlattı. Dış politikada İsrail’e, Suriye’ye, AB’ye, Mısır’a, BM’ye ve haliyle Barbaros’un faaliyetleriyle Kıbrıslı Rumlara meydan okudu.

Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildikten sonra yeni bir Cumhurbaşkanlığı sarayı yapıldı. Orada 16 devleti temsilen askerler giydirilerek konukların karşısına çıkarıldı. Erdoğan’ın AKP üzerindeki ağırlığının halen devam etmesinden yargının bağımsız olmamasına kadar pek çok konu halen daha tartışılıyor. Fakat tartışılan en önemli iki konu birbirleriyle kopmaz biçimde bağlantılı olan Başkanlık sistemi ve barış sürecidir. Birbirleriyle bağlantılıdırlar çünkü AKP ve Erdoğan’ın seçimlerdeki başarısının ardında her zaman Kürt toplumunun oylarının da büyük etkisi vardı. Yani Türkiye’de başkanlık sistemine geçiş de barış süreci de bir anayasa oylamasıyla şekillenecek ve bu süreci Kürt toplumunun tavrı neticelendirecektir. Bir yandan Erdoğan’ın tarafsız bir Cumhurbaşkanı gibi davranmadığı ve ülkeyi “tek adam diktatörlüğün” sürüklediği söyleniyor, öte yandan Erdoğan anayasa değişikliğini tek başlarına AKP vekillerinin yasallaştırması anlamına gelecek olan “400 sandalye” arzusunu dile getiriyor. Barış sürecini AKP’nin tekelinde bırakmak istemeyen ve meclise girerken baraja takılmak istemeyen HDP’nin talepleri hükümet tarafından dikkate alınmıyor, AKP’de ise Erdoğan’ın liderlik imajı özleniyor ve Türkiye seçimlere yaklaşıyor. Öte yandan da polisin yetkilerinin artırılması ve göstericilere karşı daha geniş önlemler alınması da gündemde ve bütün bunlar “baskı rejimi” söylemlerini güçlendiriyor.

İlginç olan, AKP Türkiye’deki muhalefeti bir ölçüde evrensel normlara ve halka yaklaştırmayı başardı. CHP ve MHP, Erdoğan’ı eleştirirken Kemalizm ve Türk Milliyetçiliğinin halktan destek bulmadığını gördü, çoğulcu demokrasiden ve seçim barajının kaldırılmasından bahsetmeye başladı. AKP’nin reformlarına karşı çıkmanın toplumu sadece daha tepkili hale getirdiği anlaşıldı. O denli ki, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın karşısına muhafazakâr bir aday çıkarıldı. Şu an AKP yine büyük ölçüde Erdoğan’ın yönetiminde hareket etmektedir. “AKP’nin yolsuzlukları”, “şeriat” ve “ülkenin bölünmesi” söylemleri halkta hiçbir şekilde destek bulmadı ve hepsi yıllarca AKP’yi ve Erdoğan’ı daha da güçlendirdi. Türk demokrasisi yaklaşan seçimlerde önemli bir dönemece girecektir. Artık AKP’yi yenebilmenin ya da zayıflatabilmenin yolu eski sloganlardan değil, ondan daha demokratik, daha yapıcı bir çizgi benimsemekten ve buna özellikle de Kürtleri inandırmaktan geçecektir. AKP pek çok açıdan çoğulcu ve uzlaşıcı bir demokrasi izlemeye yaklaşmıyor, ülkedeki bütün reformları kendi tekelinde sürdürmeyi yeğliyordu. Fakat AKP ve seçmeni de buna iten muhalefetin tavrıydı. Muhalefet geniş kitleleri kucaklayacak ve AKP’ye alternatif teşkil edebilecek siyasetleri de söylemleri de geliştirememişti. Kaldı ki koalisyonlar Türkiye’yi uzun yıllar pek çok istikrarsızlığa sürüklemişti ve istikrarsız bir hükümettense AKP iktidarı yeğlenir olmuştu.  

13 yıllık AKP-Erdoğan iktidarı ortaya koydu ki, Türkiye’de İslam’ı, kırsal kesimleri, kırsaldan kente göç eden kesimleri ve Kürtleri göz ardı ederek siyaset yapmak da iktidar olmak da artık mümkün değil. Siyasetin merkezine demokrasi normlarını, hak ve özgürlükleri koymadan halktan oy istemenin hiçbir faydası yok. Bunun aksi sadece AKP’yi güçlendiriyor. Başkanlık sistemine gelince, AKP’nin en güçlü isimlerinden Abdullah Gül görev süresi dolunca saraydan indi ve Erdoğan’a isyan etmedi. Partinin diğer bir önemli ismi Bülent Arınç ufak tefek eleştiri ve özeleştirilerde bulunsa da başkaldırma noktasında değil ve Erdoğan’a isyan etmeden emekliye çıkacak gibi görünüyor. Gerçek şu ki, Başkanlık sistemi Erdoğan ve kadroları için biçilmiş kaftan, çünkü çalışma arkadaşlarından hiç biri Erdoğan’a karşı isyankâr davranmıyor ve Erdoğan devleti yönetirken Parlamenter sistemdeki Cumhurbaşkanlığı yetkileriyle yetinmekten yana değil. Yanındaki halk desteği de bununla yetinmemesini teşvik ediyor. Diğer yandan, Türkiye’deki seçmen, hatta Kürtler de dâhil, AKP haricindeki bütün partileri sadece AKP’nin atacağı adımlara engel çıkarır durumda olmak ve çözüm üretmemekle özdeşleştiriyor. Bu imaja en uzak parti HDP. Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde elde ettiği %10’luk başarı dikkate alınırsa HDP barajı aşabilir. Fakat bazı kamuoyu yoklamalarında HDP barajın kıl payı altında da görünüyor. Bu noktada belirleyici olan elbette ki barış süreci ve Kobani protestolarının yarattığı ortam olacaktır. Kobani protestolarında Türkiye 34 yıl sonra sıkıyönetimle karşılaşmış ve Kürt-Türk ilişkileri gerilmişti. AKP ve Erdoğan Kürt toplumu ile ilk kez bu kadar ciddi çatışma koşulları yaşamıştı. Bu noktada Kürt toplumu barış sürecinde AKP’nin rolünü de sorgulamaya başlamıştı. AKP ve Erdoğan gerilimin artmasından ötürü sorumluluğu HDP’ye yüklerken barış sürecinde “bize istediğimiz çoğunluğu vermezseniz bu iş bitmez” şeklinde bir algı yaratmaya çalışmıştır. Şu ana kadar ki bütün krizleri kendi lehine çevirerek gücüne güç katan Erdoğan ve AKP, sürdürdükleri çabada başarılı olurlar, yani çözümün sadece kendilerinden ve Başkanlık sisteminden geçtiği konusunda Kürtlerin yeterli kısmını ikna ederlerse (ki hükümetin Orta Doğu politikası Kürt toplumunu gerçekten rahatsız etmişti) bu amaçlarına ulaşacaklardır.  Erdoğan ve AKP’nin hedefi anayasa değişikliğini kendi tekellerine alacak bir çoğunluk kazanmak, hem Başkanlık sistemine geçmek, hem de başarıya ulaşmış bir barış sürecinin getireceği popülariteyi başka bir partiyle paylaşmamaktır. HDP barajı aşamazsa alacağı oylar seçim sistemi gereği birinci partiye (birinci parti her koşulda yine AKP olacaktır) aktarılacaktır ve AKP’nin seçim barajını kaldırmak istememesinin esas sebebi de budur. Anayasayı değiştirmeye muktedir olmayacak bir hükümet, yine tek başına AKP’den oluşsa bile anlamını yitirme tehlikesi yaşayacaktır. Fakat seçmenin gözünde uzun yıllardır AKP’nin alternatifi hep istikrarsızlık olmuştu ve bu algının da seçimlere elbette etkisi olacaktır.

 

Bu haber toplam 1827 defa okunmuştur
Gaile 305. Sayısı

Gaile 305. Sayısı